Türk devriminin önemli dönüm noktalarından biri de yeni Türk harflerinin kabulüdür. Böyle bir ihtiyaç var mıydı? Vardıysa bu ihtiyaç nereden doğdu? Bu ihtiyacı gidermek için neden bu harfler seçildi de başka harfler seçilmedi? Bu gibi zihnimizi kurcalayan sorulara cevaplar arayacağız.
Tarihî gelişime baktığımızda o döneme kadar Türklerin ana akım olarak dört alfabe kullandıklarını görüyoruz. Bunlardan ilki Orhun alfabesiydi. Bu alfabe ile yazılarak günümüze kalmış en eski yazıtlar 7. yüzyıldandır. MÖ 5-4. yüzyıla ait Altın Elbiseli Adam’ın yanında çıkan iki satırlık yazı Türkçeyse Orhun Türk yazısı o döneme kadar geri götürülebilir.[1] Bu alfabe Göktürk ve Orhun Uygur dönemlerinde bir devlet alfabesi olarak 8-9. yüzyıllara kadar kullanıldı. O tarihlerde Türklerin devlet alfabesi farklılaşsa da bu yazısı halk arasında yüzyıllarca daha kullanılmaya devam etti. Hatta muhtemelen Anadolu’ya gelen göçler arasında bile hâlâ bu yazıyı kullanan az sayıda gruplar vardı.
8-9. yüzyıllardan itibaren Doğu Türkistan Uygurlarında Uygur alfabesi kullanılmaya başlandı. Türkler bu alfabeyi de uzun süre kullandılar. Bu alfabenin kullanımı bazı yerlerde 15, bazı yerlerde 18. yüzyıla kadar ulaştı. Ama ana akım Türk tarihi, artık daha batıda akmaya başlayacak ve bu da başka bir yönelişi meydana getirecekti.
Karahanlıların Müslümanlığı kabul etmesinden sonra Arap alfabesi devlet harfleri olarak kullanılmaya başladı. Bu alfabe daha sonra bütün Türkler arasında yayıldı. Fakat biraz önce de belirttiğimiz gibi halk arasında yer yer Göktürk harfleri de Uygur harfleri de devam etti. Burada zikredilenler Türklerin en yaygın olarak kullandığı alfabelerdir. Yoksa tarih boyunca Türkler, çok sayıda alfabe kullandılar. Bununla ilgili olarak sitemiz yazarlarından Mustafa Levent Yener’in dikkat çekici “Hangi dedenizin mezarını okumak isterdiniz?” yazısına bakılabilir.
Osmanlı devrinde hem Batı Türkleri hem de Doğu Türkleri yoğun olarak Arap harflerini kullandılar. Burada belki çok basit gibi gelecek ama çok önemli bir hususu belirtmek gerekiyor. Bu harflerle Türkçe yazdılar. Yoksa Arapça yazmıyorlardı. Dolayısıyla bu harflerle yazan herkes de Arapça bilmiyordu. Tıpkı bugünkü harflerle yazan herkesin bir Batı dilini bilmediği gibi… Maalesef Türkiye’de alfabe üzerine koparılan fırtınada böyle basit bir gerçeği bile ayrıca ifade etmek gerekiyor.
Arap harflerine bakıldığında bu alfabe Arap dili için uygun bir şekiller dizisidir. Alfabe tek başına iyi veya kötü, ileri veya geri değildir. Fakat, Türkçe ile Arapça tamamen farklı iki dil yapısına sahiptir. Misal için Arapçada ünlüler o kadar önemli değildir. Türkçede ise ünlüler önemlidir. Arapçada kelime kökü üç ünsüz harften oluşur. Bunların aralarına farklı ünlüler girerek veya ünsüz harfler tekrarlanarak bu kelimenin çeşitli varyantları türetilir. Birbirini takip eden “ktb” harfleri, kelime kökünü oluşturur ve “yazmak” fiilini ifade eder. Bunların arasına giren ünlülerle kitap, kitaplar, kâtip gibi birçok kelime elde edilir. Bu Arapçanın bir özelliğidir. Ünlü sesler önemli olmadığından alfabede de kısa ünlüyü gösteren hiçbir harf yoktur. Sadece uzun ünlüler için üç tane harf vardır. Türkçede ise söylediğimiz gibi ünlü sesler önemlidir. Türkçenin Arapça da dâhil olmak üzere dünya dilleriyle karşılaştırılması için Ahmet Bican Ercilasun’un 12. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumundaki konuşmasına bakılabilir.
Yukarıda anlattığımız şekilde ünlü harfleri az olan bir alfabe Türkçenin yapısına uygun değildir. Nitekim Türkler, Arapçanın uzun ünlüler için kullandıkları harfleri zaman zaman Türkçenin ünlülerini göstermekte kullanıyorlardı. Ama bu da durumu kurtarmıyordu. Çünkü Türkçenin birbirinden farklı 8 ünlüsü vardır. Bunlar için Arapçanın sınırlı sayıdaki harfi kullanılıyordu. Burada da bir örnek üzerinden anlatmak en doğrusu olacaktır. Arapçada “o” sesi yoktur, ayrıca ünlüler arasında kalınlık, incelik farkı da yoktur. Bu yüzden Türkler, bu harfleri kullanırken Arapçanın uzun “u” için kullanılan tek bir harfini “o”, “ö”, “u” ve “ü” gibi dört farklı seste kullandılar.
İş ünlülerle de bitmiyordu. Arap dilinde Türkçede olmayan sesler vardı. Dilin dişlerin arasına sıkıştırılarak çıkarılan bir “s” sesi veya bazı Türklerin “d”, bazı Türklerin ise “z” gibi duyduğu ikisinin karışımı bir ses veya gırtlaktan gelen “ayın” sesi gibi sesler Türklerin alışık olmadığı seslerdi. Görüldüğü gibi Arap harfleri Arap dili için uygundu ama Türk dili için uygun değildi.
Alfabenin uygun olmamasının dışında kullanımında da bazı başka problemler vardı. Aslında bu problemler, alfabenin kendisinden değil, onu kullananlardan ileri geliyordu. Kelimelerin yazımında bir birlik yoktu. Farklı yazarlar veya kâtipler aynı kelimeleri farklı farklı yazıyorlardı. Hatta bir kişi dahi aynı kelimeyi bir yerde farklı diğer yerde farklı şekilde yazıyordu. Üstelik bu farklılık aynı sayfada dahi görülebiliyordu. Alfabe kullanımında biraz sonra aşağıda açıklayacağımız sebeplerle bir standart yoktu.
Burada uygun olmamasına rağmen ve sürekli yanlışlar yapılmasına rağmen Türkler bu alfabeyi bin yıl boyunca neden ve nasıl kullandılar sorusu akla geliyor. Öncelikle Türkler ilk başlarda bu alfabeyi Türkçe için değil Arapça ve Farsça için kullandılar. Selçuklularda devlet dilinin Farsça, bilim dilinin ise Arapça olduğunu hatırlayalım. Batı Türklerinde bu harfler, Türkçenin kullanımı için ancak beylikler döneminden itibaren daha yaygınlaşmaya başladı. Dilciler bu döneme Eski Anadolu Türkçesi dönemi adını verirler. Bu çağlardan itibaren gerek Türkiye’de gerek Türkiye dışında Arap harflerinin Türkçe için kullanılması yaygınlaştı.
İkinci olarak eski zamanlarda okur yazarlık işini bugünkü gibi düşünmemek gerekiyor. Bir kere halkın büyük çoğunluğunun okuma-yazma ile doğrudan bir ilişkisi yoktu. Okuma ve yazma işleri, sarayı, saray çevresini, bürokrasiyi, ilim ve sanat erbabını ilgilendiriyordu sadece. Belki biraz da ticaret ehlini… Hemen belirtelim ki, bu durum, sadece Türklerde değil, dünyanın genelinde olan durumdu. Bu durum, ancak ve ancak matbaanın icadından sonra yavaş yavaş değişecektir. Önce Avrupa’da tabii ki… Matbaa bize geç geldiği için bizde daha geç başlayacaktır. Ama bize matbaanın gelişi de halkı yoğun bir okuma yazmaya sevk etmedi. Dolayısıyla yazan ve günümüze çeşitli yadigârlar bırakan insanların önemi daha iyi anlaşılır. Eski devirde bunlar, sadece bizde değil bütün dünyada, âdeta denizde bir damla gibi idiler.
Yazma işinin nüfusa göre bu kadar sınırlı bir çevreyi ilgilendirdiği çağda kullanılan alfabenin kusurları, uyumsuzluğu ve standart olmaması o kadar önemli görülmeyebilir. Fakat 19. yüzyıldan itibaren hem dünya hem de Türklük hızlı bir dönüşüm içerisine girdi. Bunda tabii ki en büyük etkenlerden biri yukarıda da söylendiği gibi matbaaydı. Diğer bir etken ise Avrupa’da merkezî hükümetlerin güç kazanmasıyla paralel bir şekilde artan ulaşım ve iletişim imkânlarıydı. Artık bir ülke içinde dahi daha önce birbirinden haberi olmayan kitleler, birbirlerini tanımaya başlamışlardı. Eski zamanlarda iletişim azlığından dolayı bölge bölge oluşan farklılıklar işte bu dönemde göze batmaya başladı. Millî sınırlar içerisinde bir standartlaşma ihtiyacı belirdi. Fransız İhtilali ile oluşmaya başlayan yurttaşlık kavramı da yine bu gidişatı etkileyen üçüncü bir unsur olarak sayılabilir. Eskiden okuma-yazma işi sadece edebiyatı, devleti ve biraz da ticareti ilgilendiren bir işti. Okuryazarlık bürokrasi ve devlet yönetimi için gerekliydi ve bu bir ayrıcalıktı. Hâlbuki yurttaşlık kavramıyla okuryazarlık tedricen bir vatandaşlık hakkı olarak görülmeye başlayacaktı. İşte bütün bu faktörler, alfabede bir standardizasyon gerektiriyordu.
19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyıl başından itibaren yukarıda saydığımız sebeplerle Türk aydınları arasında alfabe meselesi tartışıldı. Hatta bu konuda bazı girişimler de yapıldı. En bilinen girişim Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa’nın alfabe ıslah çalışmasıydı. Kısacası 1920’lere gelindiğinde alfabe meselesi en az yarım asırdır tartışılıyordu. Bu konunun ayrıntılı tarihçesi için Mustafa Levent Yener’in “75 yıl + 1 gece” adlı yazısına bakılabilir.
Şimdi gelelim niye Latin harfleri olduğuna… Arap harfleri üzerine defalarca yapılan ıslah çalışmaları bir türlü sonuca ulaşamamıştı. Ayrıca Arap alfabesinin Türkçe için yukarıda söylediğimiz uyumsuzlukları vardı ve bunlar bir türlü giderilemiyordu. Diğer yandan bir standartlaşmaya ve okuma yazma seferberliğine de ihtiyaç vardı. Latin harfleri ise özellikle okuryazar kesimin aşina olduğu bir harf sistemiydi. Latin harfleri, Türkiye’de sanıldığı gibi bir anda gündeme getirilip uygulanmaya başlamadı. Dönemin aydınları eserlerinde batı kelimeleri için bu harfleri kullanıyorlardı. Bu harflere belki de Fransızca üzerinden büyük bir aşinalık söz konusuydu. Ayrıca Latin harflerinde ünlüler için fazla sayıda harf vardı ki bu da Türkçe için uygundu. Eski Türk millî alfabesi olan Orhun harflerine geçilemez miydi sorusu mutlaka birçok kişinin aklını kurcalıyordur. Burada da öncelikle o alfabenin o dönemde henüz yeni çözüldüğünü hatırlamak gerekir. Daha birçok şekli ve sesi üzerinde bilim adamları ortak bir kanıya varamamışlardı. Yani henüz o kadar işlenmiş bir düzeyde bulunmuyordu. Diğer yandan Türkler o alfabeyi kullandığından beri çok zaman geçmiş ve Türkçede birçok ses değişimleri meydana gelmişti. Bunlarla uğraşmak belki de Arap harflerini ıslah etmek gibi başarılması zor bir iş olabilirdi. Ama tabii ki daha önemlisi, o zaman bu alfabeyle aşinalığın hemen hemen hiç olmamasıdır.
Latin harflerine geçilirken yapılan önemli bir husus bu harfleri kullanan diğer ülkelerin hiçbirinden bu harflerin aynen geçirilmediğidir. Alfabenin ciddi bir uğraş sonucu ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dikkat edilirse alfabede Türkçenin kendine has sesleri farklı farklı ülke harflerinden alınarak oluşturulmuştur. Üstelik hiçbir ülkede olmayan bazı eklemeler de yapılarak yeni alfabe tam anlamıyla Türk diline uydurulmuştur.
Sonuç olarak, alfabe meselesi 1 Kasım 1928’de alfabe meselesi TBMM’de yapılan konuşmalar sonucu karara bağlandı ve kanun kabul edilip 3 Kasım 1928 tarihinde Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Burada Mustafa Kemal’in liderlik ettiği hazırlık süreci ve sonucunda uygulamaya geçilmesi, yine Atatürk’ün uzun süredir tartışılan bir konuya nokta koymasıydı. Bugün tartışıldığı şekliyle, sanki Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmış olan bir değişiklik değil, çok uzun bir sürede olgunlaşan konunun nihayete erdirilmesiydi. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bilal Şimşir’in Türk Tarih Kurumundan çıkan Türk Yazı Devrimi adlı kitabına bakılabilir.[2]
[1] Altın Elbiseli Adam Yazıtı için https://millidusunce.com/misak/bilinmeyen-metinlerin-cozulmesi-konusunda-teorik-bir-yaklasim-ve-altin-elbiseli-adam-yaziti-icin-yeni-bir-okuma-denemesi/
[2] Bilal Şimşir, Türk Yazı Devrimi, Ankara: TTK Yayınları, 1992.
Kaynak: https://millidusunce.com/yeni-turk-alfabesi/
Dilde Fikirde İşte Birlik Yolu Derneği’nin Kutlu Yol Söyleşileri'nde ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal…
Ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal Bilinç ve Gelişim alanları üzerine görüşlerin sunulduğu…
Tatar, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Brüksel Temsilciliğinde, Belçika'daki Türk iş dünyası temsilcileriyle düzenlediği…
Aktau, TÜRKSOY’un kararıyla Türk Dünyası-2025 Kültür Başkenti seçildi. Kazakistan’ın Hazar kıyısındaki bu tek liman kenti,…
TÜRKSOY Kazakistan’ın Almatı şehrinde Türk Dünyası Gençlik Buluşmaları kapsamında 1. Türk Dünyası Gençlik Forumu düzenleyecek.…
Bu fırsatı, KKTC’nin Türk dünyasına değer katabileceği alanları göstermek açısından önemli bulduğunu söyleyen Tatar, “Türk…