Yaşasın Türk Cumhuriyeti!

Share

  Konuralp Ercilasun

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun!

Bu anlamlı günde bazı tespitler yapalım.

Cumhuriyetimizin özelliklerinin birçok kişi tarafından hâlâ anlaşılamadığı görülüyor. Cumhuriyete doğrudan doğruya düşman olan bir kesim var. Bunun yanında Cumhuriyetin ne olduğunu ve ne gibi avantajlar sağladığını anlamayanlar da var. Bunlardan bir kısmı düşmanlık eden kesimin etkisi altında kalıyor ve doğrudan doğruya düşman kesimden çok daha büyük bir nüfusu oluşturuyor. Diğer yanda daha da büyük bir kesim bir şeylerin ters gittiğini ve bu düşmanlığın yanlış bir yol olduğunu anlıyor, biliyor. Bu bilinç bir bilgiyle değil, daha çok bir karineyle, bilinçaltı bir sezgiyle geliyor. Böyle olunca da bu büyük kitle bir şeyler yapmanın, yanlış gidişe dur demenin yollarını arıyor ve akacağı bir kanal bekliyor. Bu sebeple her yıl 28 Ekim’de sosyal medyada Atatürk’ün “Efendiler, yarın cumhuriyet ilan edeceğiz” sözleri gün boyu paylaşılıyor. Heyecan yükselip dar veya geniş çevrelerde nutuklar atılıyor, yazılar postalanıyor. Cumhuriyetin halk için, millet için avantajlarını gerçek manada kavrayan ve bunu benimseyen çok küçük bir kesim de canla başla bu özellikleri anlatmaya çalışıyor. Bunlar, yukarıda bahsettiğimiz iki kalabalık kesimin Cumhuriyetin gerçek anlamını kavraması için çırpınıyor.

Böyle bir ortamda Cumhuriyetin neye dayandığını tespit etmek, arka planının nerelere uzandığını tartışmak önemli hâle geliyor. Öncelikle Cumhuriyet ruhuna ve anlamına bakalım. Cumhuriyetin ilanını biz bir gün olarak kutlasak da aslında bu, tek günlük bir gelişme değildir. Daha önce gelişen birçok olayın sonucudur. Âdeta adım adım gelen gelişmelere yazılmış bir sonuç, konulmuş bir noktadır.

Cumhuriyet, halk egemenliği demektir. Yani egemenlik kullanımının bir aileden milletin kendisine geçmesidir. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte o güne kadar ve o günden sonraki birçok gelişme temelde bu geçişle ilgilidir. Yakın planda bu gelişmeler Millî Mücadelenin yürüyüş şekline dayanır. Fakat onun da daha öncesinde fikrî temeller mevcuttur. Geriye doğru gidersek İttihat ve Terakki ile İkinci Meşrutiyet, 2. Abdülhamit dönemindeki fikrî nemalanma ve Tanzimat dönemlerinin hepsi adım adım hâkimiyeti aileden halka doğru geçirmenin basamaklarıydı. Hatta bundan öncesinde 2. Mahmut ve onun da öncesinde 3. Selim yenilikleri bile her ne kadar başka alanlarda olsalar da kısmi katalizör görevi görmüşlerdi.

Fakat Türkler olarak elbette ki dünyadan kopuk, ayrı bir gezegende yaşamıyorduk. Etrafımızda da birçok olay meydana geliyordu. Kısacası Cumhuriyetin ilanı öncesindeki bir asır boyu ülkemizdeki bütün gelişmeler, dünyanın genelindeki gelişmelerle yakından ilgiliydi. İnsanlık yeni bir yol belirliyor, dünya yeni bir döneme giriyordu. 1789’da Fransız İhtilali olmuş, krallık ilga edilmişti. Bu ihtilal sadece Fransa’da değil, bütün dünyada köklü değişiklikleri beraberinde getirecekti. Bu durum, Fransa’da planlanmış ve Fransa bu yeni sistemi çok sevdiği için dünyaya ihraç etmiş değildi. Öyle olsa komplo teorisyenlerimiz çok sevinirdi şüphesiz… İşin aslı Fransa’da cumhuriyet bir gecede gelmedi. Onların eski rejim dedikleri krallık taraftarları, yani monarşistler uzun bir süre güçlerini korudular. Fransa bu konuda birçok karışıklığa sahne oldu. Eski rejim taraftarları yetmiyormuş gibi yeni rejime geçilir geçilmez de bunu kendi çıkarına kullanmak isteyenler oldu. 1789’daki halk rejimi, Napolyon’un hırsları sonucu tek adamlığa dönüştü. Bir imparatorluk iddiasıyla ortaya çıkan Napolyon, ilk başlarda kazanmasına rağmen sonraki yenilgileriyle Fransa’ya büyük acılar yaşattı. 1812’de ordusunun başında Rus Çarlığının topraklarında zafer arıyordu. Hâlbuki iki yıl sonra Rus Çarı ve Prusya Kralının başında olduğu birlikler Paris’e muzaffer bir giriş yapacaklardı. İhtilal, önce yönetimi imparatorluk hırsıyla yanıp tutuşan bir adama kaptırmış, sonra da başkentinde yabancı orduların çizmelerini görmüştü. 19. yüzyılda Fransa âdeta bir sarkaç gibi kâh monarşiyle kâh cumhuriyetle yönetildi. Burada güç, bir yandan eski hanedan, diğer yandan Napolyon’la oluşan yeni hanedan ve üçüncü olarak da halk rejimi taraftarları arasında gidip geliyordu. Denebilir ki Fransa, cumhuriyete Fransız İhtilalinden ancak bir asır sonra alışmaya başladı.

Fransa 19. yüzyılda bu şekilde kendi içerisinde hâkimiyetin hanedan temsilinden halk temsiline geçme sancılarını yaşadı. Bütün bunlar olurken etrafında krallıklar, yani monarşiler hüküm sürüyor, buradaki halk egemenliği düşüncesinin kendilerine sıçrayacağından da korkuyorlardı. Hatta Avrupa’da bu sebeple Fransa karşıtı bir monarşiler ittifakı oluşmuştu. Aslında monarşilerin görünürde Fransa’daki yeni fikirlere karşı bu ittifakı, bir açıdan bakıldığında kendi halklarına da karşıydı denebilir. İnsanoğlunun hâkimiyet temsili açısından yüzlerce yıllık geleneği monarşi idi. Fransız İhtilali ile yayılan halk egemenliği fikri ise yeni bir dönemin ayak sesleriydi ve görüldüğü gibi bir gecede gelmemişti. Zaten büyük dönüşümlerin tamamına ermesi uzun bir süre gerektirir. Nitekim daha Fransa’da bile bunun için yüz yılı aşkın bir sürenin geçmesi gerektiğini yukarıda gördük. Monarşiler ne kadar direnseler de ve Fransa’da ne kadar geri dönüşler yaşansa da yeni dönem, artık halk egemenliği dönemi olacaktı.

Osmanlı’da halk egemenliği fikri, 2. Mahmut ve Tanzimat’tan itibaren öncesine göre daha farklı bir bürokrasinin ortaya çıkmasıyla doğuş aşamasına girdi denebilir. 19. yüzyılın ikinci yarısında anayasa fikirleri ve padişahın yetkilerini kısıtlama anlayışı bazı aydınlar arasında revaç buldu. Bütün bu fikirlerle 1. Meşrutiyet ilan edildi ama bu ilan, daha halk egemenliğinin emekleme dönemi dahi değildi. Bir anayasal monarşi anlamına gelen meşrutiyetin ilk denemesinde son söz padişahtaydı. Ayrıca hâkimiyetle ilgili bütün bu çabalar ve ilişkiler, sadece padişahla bürokrasiyi kapsıyordu. Belki bürokrasi dışında dünya gelişmelerini yakın takip eden ve vatanın selameti için kafa yoran bir münevver kitlesini de bu tartışmaların içine dâhil edebiliriz. Fakat geniş halk kitlesi bu tartışmaların çok uzağındaydı ki bu da zaten o zaman için normaldir.

Anayasa taraftarları, 2. Abdülhamit devrinde gizli veya yurtdışında çalışma yürüttüler. Bunlar Genç Osmanlılar veya Jön Türkler olarak anıldılar. Otuz yıl boyunca basın-yayın yoluyla anayasa fikirleri yaygınlaştı. Fakat yeni fikirlerin yaygınlaşması sadece Jön Türklerden kaynaklanmıyordu. Bizzat 2. Abdülhamit’in Batıdaki gelişmeleri yakalamak için kurduğu yeni kurumlar, özellikle okullar, ister istemez bu fikirleri yaygınlaştırıyordu. Buradaki esas kastımız öncelikle askerî okullardır. Böylece 1908’de Meşrutiyet yeniden ilan edildiğinde çok daha geniş bir uygulama alanı buldu. Padişah artık tek yetkili değildi. Güç, padişahtan meclise geçmişti. Bu sefer gelen anayasal monarşi on yıldan fazla uygulandı. Bazen bu uygulama ismen kaldı. Mesela Birinci Dünya Savaşından sonra Meclis uzun süre toplanmadı. Atatürk’ün ve Millî Mücadelecilerin baskısıyla 1920’de toplanınca da zaten hemen Misak-ı Millî’yi kabul etti. İngilizler de Meclis’i basarak birçok insanı öldürdüler. Öldüremediklerini de esir edip Malta’ya sürdüler.

Bundan sonra Ankara’da Meclisin açılmasıyla Millî Mücadele devam ettirildi. Mücadele, vatanı işgal eden düşmana karşıydı ama bunun yanında başka bir mücadele de yürüyordu. Millî Mücadele, millet merkezli yürütülürken işgalciler, İstanbul’daki monarşik güç merkezini Türk milleti aleyhine kullanıyorlardı. Böylece monarşik güç merkezi, işgalciler tarafında yer almış oluyor, halk temsilini esas alan Büyük Millet Meclisi ise vatanın ve milletin istiklali için direnişini sürdürüyordu. Büyük Taarruz’un sonuna kadar böyle gelindi.

Vatan, fiilen düşman işgalinden kurtarıldıktan sonra bunun dünyaya tanıtılmasına sıra geldi. Sekiz aylık zorlu bir süreçten sonra imzalanan Lozan Antlaşmasıyla nihayet uluslararası hukuk alanında da tam bağımsızlık tescil edildi. Antlaşma imzasından sonra, hükümlerin uygulanmasına geçildi. Antlaşma hükümleri uyarınca işgal kuvvetleri 2 Ekim’de İstanbul’u boşalttılar. Muzaffer Türk ordusu, dört gün sonra 6 Ekimde İstanbul’a girdi. Böylece dört buçuk asırlık Türk başkenti düşman çizmeleri altında çiğnenmekten kurtulmuş, vatanın evlatları başkentlerine sahip çıkmıştı.

İstanbul’un Büyük Millet Meclisi egemenliğine geçmesiyle başkentin neresi olacağı hususuna karar vermek gerekiyordu. Bu karar Ankara yönünde verildi ve 13 Ekimde Ankara başkent ilan edildi. Bu başkent macerası ayrı bir yazının konusudur. Nihayet egemenliğin kullanımı konusunu karara bağlamak lazımdı. Saltanat bir yıl önce kaldırılmıştı. Artık egemenliği temsil edecek bir aile yoktu. Ondan önce de zaten milletin bağımsızlığını, yine milletin karar ve azmi gerçekleştirmişti. Bu arada işgalcilerle aynı tarafta yer alan monarşik güçle de mücadele etmişti. Millet, Millî Mücadele sırasında, egemenliğini bir anlamda düşmana karşı kendi eline almıştı. Bütün bunlar Büyük Millet Meclisinde, Meclis hükümeti vasıtasıyla yürütülmüştü.

Meclis hükümeti sistemi, olağanüstü bir zamanın olağanüstü bir yönetim sistemiydi. Şimdi ise savaş hâli bitmiş, barış zamanı için kalıcı bir sistem oturtma vakti gelmişti. Artık sadece Türkiye’de değil, dünyada da millî hâkimiyetin bir aile tarafından temsili bitiyordu. Milletler, egemenliklerini artık bizzat seçtikleri temsilcileri vasıtasıyla kullanmaya başlıyordu. Buna karşı direnişler ve kısmi geri dönüşler olsa da tarihin akış yönü halk egemenlikleriydi. Bir yüzyıl önce Napolyon, cumhuriyet rejimini iğfal ederek tarihin akışını tersine çevirmek istemiş, bu da Fransa’ya pahalıya mâl olmuştu. Napolyon’dan bir yüzyıl sonra Çin’de de zamanın artık değiştiğini anlamayan Yüen Şı-kay, kendi hanedanını kurmaya çalıştı ve yakın tarihin bir nefret sembolü hâline geldi.

Dünyanın her yerinden bu tip örnekler çoğaltılabilir ama hepsini zikretmeye gerek de yoktur. Sadece Osmanlı dışı Türklere bakmak dahi yeterlidir. Oralarda da işgalden kurtulma girişimlerinde ilan edilen bağımsızlıklar hep halk temsilcileri merkezliydi. Batı Trakya, Kırım, İdil-Ural, Azerbaycan ve Türkistan’daki bütün Türk idarelerinde egemenlik bir aile yoluyla değil, halkın kendi temsilcileri yoluyla kullanılıyordu. Bu durum, hem dünyanın hem de bütün Türklüğün belli bir yöne doğru hamle yaptığını gösteriyordu. İşte 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet rejimi, millet iradesini yine milletin kendisinin kullanacağının ilanıdır. Artık monarşik sistemdeki gibi padişah ve onun kulları yoktur. Onun yerine millet ve onun seçtiği kendi temsilcileri vardır.

Son söz olarak Türkiye’de cumhuriyet fikrinin gelişimini, bu fikrin ilk çıktığı Fransa ile karşılaştırmak yerinde olacaktır. Ülkemizde cumhuriyetin tesisi Fransa gibi uzun bir zamana yayılmadı. Fransa’da cumhuriyet, kendi içerisinde bir mücadele idi. Türkiye’de ise cumhuriyet, temelleri daha öncesine dayanmakla birlikte esas olarak Millî Mücadele döneminde olgunlaştı. Esas mücadele vatanı işgal eden düşmana karşı idi. Fakat bu mücadelede monarşik gücün işgalciler safında yer alması, bu gücün meşruiyetini giderek kaybetmesine yol açtı. Millet, tam bağımsızlığa giderken monarşik gücün bunu sekteye uğratmaya çalışması, belki de millet egemenliğinin önemini halkımıza daha net gösterdi. Bu sebeple Fransa’daki geri dönüşler ve bunun sonucunda birçok kanlı iç mücadeleler ülkemizde yaşanmadı. Biz, millet olarak o sırada bütün gücümüzü düşmanla savaşmaya vermiştik. İşte tam bağımsızlık için verilen savaş, bize aynı zamanda millî hâkimiyetin milletin kendi eliyle kullanılmasını da getirmişti.

Cumhuriyetin ilanı görüldüğü üzere tek başına ele alınamayacak bir süreçtir. Bu sürecin birçok kilometre taşı vardır. Diğer kilometre taşlarını da başka yazılarda işleyeceğiz.

Kaynak: https://millidusunce.com/yasasin-turk-cumhuriyeti/

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.