Heyecanlanmıştım. Aklımdan bin bir şey geçiyordu ama bunların hiç birini söylemeye cesaret edemedim. Atatürk bu yanıtım üzerine elini çenesine dayayarak bir süre düşündükten sonra ‘Sana Atatürk kızı soyadını vermek isterim ama…’ dedi.
“Ne Mutlu Türküm Diyene” hepimizin bildiği, tanıdığı bir cümledir. Ulu önder Atatürk 29 Ekim 1933 tarihinde, onuncu yıl nutkunun son cümlesi olarak dile getirmiştir. Atamız: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır” dedikten sonra, yüreğinden, damarlarından, ciğerinden gelen en samimi sevgisi ile “Türk Milleti!” diye seslenmiş, 10. yılı kutlamış ve eşsiz konuşmasını “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diyerek tamamlamıştır. Bu sesleniş bir yandan olağan üstü bir iş başarmış milletine bir motivasyon, bir güven vermek için olmakla birlikte bir yandan da hatta bundan daha ağırlıklı olarak tarihi bir gerçeği ifade etmek için yapılmıştır. Türk milleti gerçekten büyüktür ve bu milletin bir üyesi olmak mutlu olunacak, mutlu olunması gereken bir durumdur. Bu içi boş bir romantizm değil, en adil yargıç olan zamanın defalarca örnekleri ile kaydettiği bir gerçekliktir. “Türküm” diyen, diyebilen insan haklı bir mutluluk, gurur ve onur payına sahiptir. Ancak aynı zamanda büyük bir sorumluluğa da sahiptir. Büyük işler başarmak, daima güçlü olmak, bir an bile gafil bulunmamak ve daima çok çalışkan olmak. Bunlar “Türküm” diyen kişinin en doğal görevidir.
Atatürk dönemi, Türk milletinin bir üyesi olmanın haklı mutluluğu ve gururunun yediden yetmişe hissedildiği, yükseldiği bir dönemdir. Türk Kağanlığı’ndan sonra (Tarih kitaplarında Göktürk Kağanlığı olarak geçen kağanlık, aslında Türk Kağanlığı’dır. Ahmet Bican Ercilasun bu konuyu ‘Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları’ adlı eserinde “Niçin Türk Kağanlığı ve niçin bengü taş? Çünkü onlar kendilerine ‘Türk’ ve yöneticilerine de ‘kağan’ diyorlardı. Üç bengü taşta tam 76 kez Türk sözü geçer”[1] şeklinde açıklamaktadır) tekrar Türk adı ile kurulan bir ülkede yaşanmaya başlanmıştır. Yıkılan imparatorluktan pay almak için akbabalar gibi üşüşen büyük devletlere (düvel-i muazzama) karşı büyük bir zafer kazanılmış, “Az zamanda çok ve büyük işler” başarılmıştır. Ekonomi, kültür, bilim, eğitim, sanayi gibi pek çok alanda dünyada örneğine rastlanmayan bir diriliş gerçekleşmiştir. Bu yeniden doğuş sürecinin en önemli parçalarından biri hiç kuşkusuz kadının toplumsal yapıdaki yerinin düzenlenmesidir. Bugün sürekli insan haklarından söz eden başlıca ülkelerin kadına seçme ve seçilme hakkı verdiği tarihlere bakıldığında Türkiye’nin ne kadar gerisinde oldukları görülmektedir (Fransa 1944, İtalya 1945, İsviçre 1971, Yunanistan 1949). Türkiye ise bu hakkı kadınlara 1934 yılında tanımıştır. Bunun yanı sıra dünyanın ilk kadın savaş pilotu da, Sabiha Gökçen de Türk milletinin içinden çıkmıştır. “Onun dünyanın ilk kadın savaş pilotu olması, modernitenin beşiği olan Batı toplumlarında ve Batı dışı modernleşme projelerinde görülmeyen bir başarıdır”[2]
Dünyanın ilk kadın savaş uçağı pilotunu yetiştiren ülke olmak! Üstelik bunu ağır savaş koşullarından sonra yeni kurulan bir ülkenin imkânsızlıkları içinde başarmak! Bu başarı, tarihimizin sayısız gurur kaynakları içinde hiç de hafife alınmayacak olan değerlerden biridir.
Tarihi bir tarihçi kadar bilen, bilgiye çok iyi nüfuz eden Atatürk’ün öngörüsü dehasının en çok bilinen yönlerinden biridir. Manevi evladı Sabiha’nın henüz pilot olması söz konusu değilken “Gökçen” soyadını ona uygun görmüştür.
Sabiha Gökçen, Ata’nın kendisine bu soyadı veriş öyküsünü şu şekilde anlatmıştır:[3]
“Benim soyadımın mesleğimle hiçbir ilgisi yoktur, olamaz da. Çünkü ben havacılığa 1935 yılında girdim. Oysa büyük Atatürk bu soyadını bana bir yıl önce verdi. Soyadı kanunu Ata’nın önem verdiği devrimlerdendi. Bu bakımdan 1934 yılında Atatürk’ün sohbet sofralarında baş konu “soyadı” idi. İşte hiç unutmam, 19 Aralık 1943 akşamıydı. O gece sıra bana gelmişti. Atatürk ‘Eee, söyle bakalım Sabiha…” dedi. ‘Senin soyadın ne olsun?’ Herkes yüzüme bakıyordu. ‘Siz ne emrederseniz o olsun efendim!’ diye kekeledim. Heyecanlanmıştım. Aklımdan bin bir şey geçiyordu ama bunların hiç birini söylemeye cesaret edemedim. Atatürk bu yanıtım üzerine elini çenesine dayayarak bir süre düşündükten sonra ‘Sana Atatürk kızı soyadını vermek isterim ama…’ dedi. Fakat bu ‘ama’nın sonunu getirmedi. Eline bir kâğıt kalem alıp şunu yazdı:
‘Sabiha Gökçen
19.12.1934
Kutlu olsun!’”
Atatürk, kadının hala insan bile sayılmadığı, her türlü haklardan mahrum bırakıldığı ülkelerin bulunduğu bir dünyada bu zeki, çalışkan Türk kadınının pilot olması gerektiğini belki de daha o sırada düşünmüştü.
Milletinin her alanda önder olmasını isteyen Atatürk, “Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın” diyerek Türk kadının göklere yükselmesinin önünü açmıştır. Türk kadını pasif ve kaderine razı bir kişi değildir. At biner, kılıç kuşanır, savaş pilotu olur ve göklerde bağımsızlık ve onur için mücadele verir. “Sabiha Gökçen yaşadığı sürece 32 muharebe görevinde yer almıştır”[4]. Türk kadının makamı gökler kadar yüksektir.
Türk kadını Tomris’lerin, Nene Hatunlar’ın, Gökçen’lerin halefidir. Tomris ki dünyanın ilk kadın hükümdarıdır. Nejdet Sançar onun için “Kahramanlık yerleri olan savaş alanlarında düşmanlarla erler gibi vuruşan, milletleri ve şerefleri için kanlarını akıtmayı göze alabilen bu kahramanların en büyüklerinden birisi, günümüzden yirmi beş yüzyıl önce yaşamış olan Tomris’tir”[5] demiştir. Türk kadını tarih boyunca yalnızca kahramanlığı ile değil, bilgeliği ile de öne çıkmaktadır. Örneğin Kutluk Kağan’ın eşi İl Bilge Katun. Bilge olmak onun unvanıdır. Atsız onun için “Mübalağaya hemen hemen hiç yer verilmeyen Orhun yazıtlarında bu kadının şefkat tanrıçası olan Umay’a benzetilmesi, meziyet ve faziletinin en büyük delilidir”[6] demektedir.
Milli Mücadele yıllarını anlatan belgesellerde cepheye kağnı ile mermi taşıyan bir Türk kadının yorgun ama inançlı ve umutlu yürüyüşü onun gönül gücünü en çarpıcı şekilde karakterize eden görüntülerden biridir.
Başlıca örnekleri ile de görüleceği üzere Türk kadını hem cesur, hem bilge, hem de çalışkandır. Öyle olması gerekir. Çünkü tarihi bu meziyetlerin destanını yazan örnekler ile doludur. Tür kadını vatanı işgal edildiğinde canını, canından üstün evlatlarını değil, vatanını düşünmüş, vatanı ve onuru için savaşmıştır. Daima da savaşır. Bu onun yüzlerce yıllık genetik hafızasında yer etmiş değiştirilemez bir gerçekliktir.
22 Mart Sabiha Gökçen’in hem doğum günü (1913) hem de vefat (2001) günüdür. Onun şahsında tarihimizdeki adlı-adsız bütün kahraman ve bilge Türk kadınlarını saygı ile anıyoruz.
[1] Ahmet Bican Ercilasun, Türk Kağanlığı ve Türk Bengü Taşları, Dergah Yayınları, İstanbul, 2016
[2] Aysun Yaralı Akkaya, Türk Modernleşmesinin Kadın-Asker Sembolü Sabiha Gökçen Üzerine Bir Değerlendirme, Opus Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi
[3] Sabiha Gökçen, Atatürk’le Bir Ömür, Anıları Kaleme Alan: Oktay Verel, Altın Kitaplar, İstanbul, 1994
[4] Muharrem Anıl, Tomris ve Sabiha, https://muharremanil.wordpress.com/2015/06/20/tomris-ve-sabiha/
[5] Nejdet Sançar, Irkımızın Kahramanları, Aylı Kurt Yayınları, İstanbul, 1943
[6] Nihal Atsız, Türk Ansiklopedisindeki Yazıları, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2012
Dilde Fikirde İşte Birlik Yolu Derneği’nin Kutlu Yol Söyleşileri'nde ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal…
Ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal Bilinç ve Gelişim alanları üzerine görüşlerin sunulduğu…
Tatar, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Brüksel Temsilciliğinde, Belçika'daki Türk iş dünyası temsilcileriyle düzenlediği…
Aktau, TÜRKSOY’un kararıyla Türk Dünyası-2025 Kültür Başkenti seçildi. Kazakistan’ın Hazar kıyısındaki bu tek liman kenti,…
TÜRKSOY Kazakistan’ın Almatı şehrinde Türk Dünyası Gençlik Buluşmaları kapsamında 1. Türk Dünyası Gençlik Forumu düzenleyecek.…
Bu fırsatı, KKTC’nin Türk dünyasına değer katabileceği alanları göstermek açısından önemli bulduğunu söyleyen Tatar, “Türk…