OSMANLI’DA ALFABE TARTIŞMALARI
Yrd. Doç. Dr. Muhammet ERAT
Tanzimat’tan Meşrutiyet’e Alfabe Tartışmaları
Türkler, tarihleri boyunca birçok alfabe kullanmışlardır. Müslüman olmadan önce Göktürk ve Uygur alfabelerini kullanan Türkler, İslamiyet’e girdikten sonra Arap harflerini kullanmaya başlamıştır. Bu alfabeyi yaklaşık bin yıl kullanan Türkler, 19. yüzyılın ortalarında alfabelerini tartışmaya başlamışlardır. Bu dönemde Türk aydınları, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında geri kalış sebeplerini tartışmaya başladıklarında, askerî ve iktisadî alanlarla birlikte, eğitim sahasında da geri kalmışlığın sebepleri üzerinde durmuşlardır. Bu çerçevede eğitim sahasındaki aksaklıklar ve eksiklikler gündeme getirilirken, kullanılan harflerin Türkçe’yi ifade etmeye yetersiz olduğu, eğitimin yaygınlaşamamasının en önemli sebebinin harfler olduğu hakkında birçok görüş ortaya atılmıştır.
Bu nedenle Tanzimat Dönemi’nde üzerinde en çok durulan konulardan biri eğitim alanında yapılması gereken ıslahat çalışmaları olmuştur. Eğitimin geri kalmışlığı tartışılırken, bunun kullanılan harflerden kaynaklandığı ileri sürülmüş ve bu nedenle alfabede bazı değişikliklerin yapılması gerektiği savunulmuştur.
Türkiye’de ilk defa Arap harflerinin Türkçeyi ifade etmeye yetersiz olduğunu ve bunun da okuma-yazma öğrenirken zorluğa yol açtığını belirten ve bu sorunun halledilmesi için tekliflerde bulunan kişi Münif (Paşa) Efendi’dir.[1] Münif Efendi’nin daimî üyesi bulunduğu ve çalışmalarına katıldığı Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de yaptığı bir konuşmada ileri sürdüğü fikirler, Osmanlı’da Arap harflerinin ıslahı çalışmalarının başlangıcını teşkil etmektedir.[2]
Münif Paşa, 12 Mayıs 1862 tarihinde yaptığı konuşmada, hareke kullanılmadığı için Türkçe bir kelimenin birçok şekilde okunabildiğini, bu mahzurun ortadan kaldırılabilmesi için Arapçadaki harekelerin kullanılmasının da bir çözüm olmayacağını ifade etmiştir. Hızlı okumanın harflere karşı kazanılan meleke ile olduğunu kaydeden Münif Paşa, anlamları bilinmeyen kelimelerin, özel isimlerin doğru bir şekilde okunamadığını da belirtmiştir. Okuma-yazma bilenlerin sayısının az olmasının sebebini, Arap harfleri ile yazılan kelimelerin okunamaması ve bazı kelimelerin değişik şekillerde okunması olarak izah eden Münif Paşa, Avrupalıların yazılarında bu gibi zorlukların bulunmadığına, küçük yaştaki çocukların ve halkın kısa zamanda okuma-yazma öğrendiğine işaret etmektedir. O’na göre, Türkiye’de yazının öğrenilmesi güç olduğundan halkın fikren terbiyesi de mümkün olmamaktadır.
Münif Paşa’ya göre, mevcut harflerin daha kullanışlı ve yararlı bir şekle girmesi için iki yol bulunmaktadır. Birincisi, kelimelerin yine olduğu gibi korunması, ancak kelimelerin alt ve üstlerine bazı işaretlerin konulması. İkinci yol ise, harfleri ayrı ayrı yazarak, yabancı dillerde olduğu gibi gerekli olan harekelerin[3] harflerin sırasında yazılmasından ibarettir. Münif Paşa’ya göre, birinci yol birçok mahzuru beraberinde getirecektir. Ancak ikinci yol takip edilirse, zorluklar ortadan kalkacak, okuma-yazma ve kitap basımı büyük ölçüde kolaylaşacaktır. Kendisine göre, ikinci yol olarak tavsiye ettiği çözüm yolunun uygulanabilirliği vardır. Bu nedenle olsa gerek Münif Paşa, münferid harflerin ve aynı zamanda sesli harflerin kullanılarak küçük risalelerin, elifba cüzlerinin hazırlandığını, hatta bunların basılıp dağıtıldığını ve bazı okullarda okutulup, olumlu izlenimler edindiklerini kaydetmektedir.[4]
Münif Paşa, 19. yüzyılın ikinci yarısında eğitim sahasında önemli hizmetlerde bulunmuş, halkın eğitim seviyesinin yükselmesi ve iyi eğitimcilerin yetişmesi için çaba gösteren devlet ricalinin başında gelmektedir.[5]
Türk dünyasında Arap harflerinin ıslâhı hakkında ilk gerçekçi teşebbüsü yapan Azerbaycanlı edebiyatçı Mirza Fethali Ahundzade’dir.[6] Ahundzade, 1863 yılında Arap harflerinin ıslâhı konusunda savunduğu fikirleri ve teklif ettiği elifbayı devlet yetkililerine kabul ettirmek maksadıyla İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da Sadrazam Fuat Paşa ile görüşen Ahundzade, Müslümanlar arasında kullanılan yazıdaki zorlukları ortadan kaldırmak gayesi ile hazırlamış olduğu yeni tarz harfleri içeren projeyi takdim etmiştir.[7] Sadaret de incelenmesi için teklifi Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye havale etmiştir.
Cemiyet, teklif edilen Elifba’yı[8] incelemek için iki toplantı yapmıştır. Uzun müzakerelerden sonra Cemiyet üyeleri, Ahundzade’nin teklif ettiği harfler hakkındaki görüşlerini bir rapor halinde Sadarete sunmuştur.[9]
Ahundzade, Arap harflerinin doğru bir şekilde okunmaya müsait olmadığını, bu nedenle de Müslümanlar arasında okur-yazar kimselerin az olduğunu ileri sürmüştür. Ayrıca, teklif ettiği yeni harflerin bu mahzurları ortadan kaldıracağını ve halkın arasında eğitimin yaygınlaşmasına büyük etki yapacağını iddia etmiştir. Kullanılan yazının dinî bir yönünün olmadığını kaydeden Ahundzade, İslâmiyet’ten sonra Arap harflerinin birçok defa değişikliğe maruz kaldığını, bu yüzden yeni tarz yazının kabul edilmesine dinî açıdan bir engel bulunmadığını belirtmiştir.[10]
Mirza Fethali Ahundzade’nin teklif ettiği harflerin özellikleri şunlardır:
- Yazarken kolaylık sağlaması için harflerin üzerindeki noktaların kaldırılıp yerlerine başka bir kavuşma işareti konulması.
- Kelimelerin doğru bir şekilde okunabilmesi için yeni bazı harekelerin oluşturulması.
- Bu yeni harekelerin yabancı milletlerin yazılarında olduğu gibi, harfler sırasında yazılması.
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, bu üç özellik aynı anda uygulandığı zaman bütün kelimelerin doğru bir şekilde okunabileceğini belirtmiş ve Ahundzade’nin gerek bazı mevcut harfler üzerinde yaptığı değişikliği, gerekse yeniden vücuda getirdiği hareke şekillerini takdirle karşılamıştır. Bununla beraber Cemiyet üyeleri, mevcut harfler gibi, bu yeni harflerin de basım yönünden külfetli olacağı düşüncesiyle kabul edilemeyeceğini kaydetmiştir. Müzakerelerin sonunda Cemiyet, Ahundzade’nin teklif ettiği harflerin faydalarını ve sağladığı kolaylıkları kabul etmesine rağmen, bu usulün tatbikatında karşılaşılacak zorlukları göz önünde bulundurarak teklifin uygulamaya konulmasından vazgeçmiştir.[11] Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye, bu kararını bir rapor halinde Sadaret’e takdim etmiştir.
Ahundzade, bu teşebbüsünden olumlu bir sonuç elde edemeden, kendisine verilen bir Mecidiye Nişanı ile İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştır.[12]
İstanbul’da bulunduğu sırada, Arap harflerinin ıslâhı hakkında teklif ettiği projenin reddedildiğini gören Ahundzade, bunun üzerine Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.[13] Latin harflerinin kabulü ile Türk milletinin daha süratle medenileşeceğini iddia eden Ahundzade, Latin harflerinin kabulünü bir medeniyet göstergesi olarak telakki etmiştir.[14] Mirza Fethali Ahundzade’ye göre, doğu milletlerinin ilerleyebilmesi için Latin harflerini kabul etmeleri, hiç olmazsa alfabelerini ıslâh etmeleri gerekmektedir.[15]
19. yüzyıl Osmanlı aydınlarından Ali Suavi’nin de harflerin ıslâhı ve değiştirilmesi hakkında bazı düşünceleri vardır. Kullanılan harflerin daha elverişli hale gelmeleri ve bazı mahzurları ortadan kaldırmak için Ali Suavi, şu öneriyi getirmektedir: Harflerin şekillerini değiştirmeyip, harekeleri öğrencilere okuma-yazma öğretirken kullanmak, fakat eksik olan harfler ve harekeler için işaretler icat ederek, bu işaretleri de harekeler gibi harflerin üstüne yazmak. Harflerin ıslâhı için bu yolun daha uygun olduğunu ifade eden Ali Suavi, yazının ıslâh edilmesiyle eğitimin yaygınlaşacağını ve ülkenin kalkınmasının yapılacak bu ıslâhatlara bağlı olduğunu kaydetmektedir.[16]
Ali Suavi’ye göre, aynı harflerle yazılan bazı kelimeler birkaç türlü okunabildiğinden, bunun önlenmesi için bir düzenleme yapılabilir. Bunun için sadece harflerin üzerine bazı işaretler ve harekeler ilave edilebilir. Daha fazla değişiklik yapılmasına gerek yoktur. Islahat ne kadar gerekli ise o kadar yapılmalıdır. Bu ıslahat yapıldıktan sonra da eski eserler rahatlıkla okunabilmelidir ki, geçmişle gelecek arasında bir kopukluk olmasın. Diğer taraftan bazı batı dillerinde de, buna benzer eksiklikler bulunmaktadır. Bu nedenle birkaç ufak eksiklik yüzünden bin yıldır kullanılan bu harfler değiştirilip yerine Latin harfleri kabul edilemez.[17]
19. yüzyılın önde gelen Türk aydınlarından olan Namık Kemal de, 1869’da Hürriyet’teki yazıları ile harf tartışmasına katılmış ve konu hakkındaki görüşlerini dile getirmiştir. Namık Kemal’e göre, Osmanlılar arasında eğitim-öğretimde kullanılan metodun birçok eksiği vardır. Bu eksiklik, öğrenmenin başlangıcı olan Elifba’dan başlamakta ve ilmî gelişmenin en yüksek noktasına kadar eğitim sisteminin bütün tabakalarında bulunmaktadır. O’na göre, Türk çocuklarının uzun zaman okula gitmesine rağmen, gayrımüslim çocukları gibi kısa zamanda okuma-yazma öğrenememelerinin yegâne sebebi Arap harfleri değil, eğitim-öğretim metodudur. Bu nedenle, geniş anlamda devletin geri kalış sebebini, dar anlamda da halkın okuma-yazma öğrenememesinin sebebini harflerde aramak yanlıştır. En büyük ve tek sebep, eğitim sistemidir. Bu yüzden ilk önce eğitim sisteminin baştan sona ıslâh edilmesi gerekmektedir.[18]
Namık Kemal’in Hürriyet’teki bu yazısına cevap, İran’ın Londra Büyükelçisi Mirza Melkum Han’dan gelmiştir. Melkum Han’a göre, Müslümanlar elifbalarını ıslâh etmedikleri sürece, Avrupa medeniyeti seviyesine yükselemezler.[19]
Melkum Han, İslâm memleketlerindeki tembelliğin, geri kalmışlığın, can, mal ve ırz emniyetsizliğinin, zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin, tek kelime ile ifade edilecek olursa, bütün fenalıkların sebebini Arap harflerinin yetersiz olmasına bağlamaktadır.[20]
Buna karşılık Namık Kemal, Arap harflerinin okuma-yazmayı ve kitap basmayı güçleştirdiği için değiştirmek gerektiğini ileri sürenlere şu şekilde cevap vermektedir: Harfler arasında hareke, yani sesli harflerin bulunması okumayı güçleştirmez. Çünkü okumayı kolaylaştıran harfler değil, kelimenin yazılış şekli ve ülfettir. Telaffuzu bilinen bir kelimenin okunabilmesi için, yazının harekeli olup olmamasında hiçbir fark yoktur. Ancak özel isimlerin doğru okunabilmesi için birer hareke kullanılabilir. Böyle bir değişiklik yeterli iken, bütün harflerin değiştirilmesi gibi çok zor olan bir yolun tercih edilmesi doğru değildir.
Namık Kemal’e göre, Türkçenin bünyesine uymayan bazı harfler (sesler) alfabeden kaldırıldığı zaman, harflerin tamamını değiştirmeye gerek kalmaz. Diğer taraftan imlânın güç olması, bir milletin eğitim sahasında yükselmesine de engel teşkil etmez.[21]
Namık Kemal, Arap harflerinin ıslahına karşı değildir. Ancak, yapılması istenilen bu ıslahatın da kesin olarak saptanması gerekir. Onun için şu teklifi yapmaktadır: Hocası, kitabı, eğitim-öğretimi düzenli bir veya birkaç okul açılarak, harflerin Avrupa’ya nisbetle eğitime engel olup olmadığı tecrübe edilsin. Bunun sonunda eğer gerekli görülür ise, yetkili kişilerden oluşan bir cemiyet tarafından Arap harflerinde ıslahat yapılabilir.[22]
Arap harflerinin ıslâhı konusunda bu düşünceleri savunan Namık Kemal, Latin harflerinin kabulüne ise kesinlikle karşı çıkmaktadır. Harflerin değiştirilmesi halinde gelecekte hiç kimsenin mevcut kitapları okuyamayacağını ileri süren Namık Kemal, Çin sınırından Batıya kadar olan coğrafyada 1.200 yılda meydana getirilen eserlerin yeni harflere aktarılması gerekeceğini, bunun da mümkün olamayacağını kaydetmektedir. Namık Kemal’e göre, Latin harfleri, Türkçede bulunan birçok Arapça kelimenin yazılmasında yeterli olmadığı gibi, Türkçenin yapısına da uygun değildir.[23]
Namık Kemal, Müslümanların uzun asırlardan beri kullandığı yazıyı ıslâh etmek için Latin harflerini kabul etmeyi, “Frenk elbisesi giymeyi mülkün ıslâhına medar olur” zannetmek gibi, gayr-ı makul bir düşünce ve teşebbüs olarak değerlendirmektedir.[24]
Arap harflerinin ıslâhı ve değiştirilmesi konusunda özetle Namık Kemal şu düşünceleri savunmuştur: Eğer gerekiyorsa Arap harfleri üzerinde birtakım düzenlemeler yapılabilir. Ancak asırlardan beri Osmanlılar tarafından kullanılan harflerin değiştirilmesi ve yerine Latin harflerinin kabul edilmesi doğru değildir. Eğitimin geri kalmasının asıl sebebi kullanılan harfler değil, eğitim-öğretim sistemindeki aksaklıklardır. İngilizce ve Fransızcanın da imlâsı bozuk olup, Osmanlıcadan daha iyi durumda sayılmaz. Latin harfleri, Türkçenin bütün seslerini ifade etmeye yeterli değildir.
Tanzimat Dönemi’nde Arap harflerinin ıslâhı ve Latin harflerinin kabul edilmesi konusu, özellikle 1860’lı yılların sonlarında Türk basınında çok tartışılmıştır. Bu durum Namık Kemal-Melkum Han tartışmasında açıkça görülmektedir. Bu dönemde ayrıca, Terakki[25] ile Ruznâme-i Ceride-i Havadis[26] arasında da konu hararetli bir şekilde tartışılmıştır. İki gazete arasındaki tartışma, Hayreddin Bey’in, Terakki’de çıkan “Maarif-i Umumiye” başlıklı makalesinde, Arap harflerinin değiştirilmesini ileri sürmesi[27] ve buna karşılık Ebüzziya Tevfik Bey’in aynı gazetede yayınlanan cevabı ile başlamıştır. Ebüzziya Tevfik Bey’e göre, Arap harfleri değiştirildiği zaman, Müslümanların bin seneden beri meydana getirdikleri eserleri yeni harflere çevirmek gerekecektir ki, bu mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim için başka ve ilmî, ticarî ve idarî hayatta kullanılmak üzere başka harfler kullanılması tavsiyesi, bir dili söylemeyi beceremeyen birini, iki dil ile konuşmaya zorlamak gibi “münasebetsiz bir tedbirdir”. Kavimlerin birliğini sağlayan ortak harfler değil, ortak dildir.[28]
Latin harflerini Arap harflerinin yerine kullanmayı tavsiye edenlerin Frenk mukallitleri olduğunu iddia eden Ebüzziya Tevfik Bey, bir milletin geri kalmasında kullandığı elifbanın zor veya kolay olmasının önemi olmadığına inanmaktadır. O’na göre, harflerin azlığı veya çokluğu eğitim sahasında ilerlemeye engel değildir. Osmanlıların eğitim-öğretimde Avrupa’dan geri kalması kullanılan harflerden kaynaklanmamaktadır. Geri kalınmasının en büyük sebebi, eğitim sisteminin yetersiz olmasıdır. Ayrıca, Arap harfleri matbaacılık açısından da bir engel teşkil etmemektedir. Ebüzziya Tevfik Bey, bütün bu sebeplerden dolayı Arap harflerinin değiştirilmesine gerek olmadığını düşünmektedir.[29]
Türkiye’deki bu tartışmaya Gaspıralı İsmail Bey de, Kırım’dan katılmış ve alfabenin ıslâhı hakkında görüşlerini dile getirmiştir. İsmail Bey, bu konuda sadece görüş bildirmekle kalmamış, Bahçesaray’da açmış olduğu “usul-ı cedîd” ile eğitim yapan okulda, çocukların kısa bir zamanda Arap harfleri ile okuma-yazma öğrenmelerini de sağlamıştır.[30] Gaspıralı’nın tatbik ettiği usulde, önce harflerin telaffuz şekilleri, sonra bir kelime içinde, en sonunda da kelimelerin bir cümle içinde nasıl kullanıldıkları öğretilmektedir.[31]
Gaspıralı İsmail Bey’e göre Türkler, dillerini biraz daha sadeleştirip, okumayı ve imlâyı kolaylaştıracak bir şekilde sesli harfleri kullanmaya başladıkları takdirde, kısa zaman içinde Rusya Müslümanları ile birleşmeleri mümkündür. Ancak, ilk önce elifbayı sadeleştirmek gerekir. Bunun da gayet kolay olduğunu kaydeden İsmail Bey, Arap harflerinin kullanılmasını ancak, yazı tarzının değiştirilmesini isteyişinin, eski edebiyatı düşünmesinden ve bu harflerin Müslümanlar arasında bir rabıta teşkil etmesinden kaynaklandığını belirtmektedir.[32]
Türk dünyasının çeşitli yerlerinde açtığı usûl-ı cedid okulları ile büyük bir eğitim hamlesi gerçekleştiren Gaspıralı İsmail Bey, Arap harflerinin değiştirilmesine karşı çıkmış, ancak harflerin daha kullanışlı hale gelmesi için de ıslâhına taraftar olmuştur.
II. Meşrutiyet Dönemi
Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte ilim ve fikir sahasında başlayan canlanma, kısa zamanda kendisini imlâ ve harf tartışmalarında da göstermiştir. Bu çerçevede Maarif Nezareti’nde de bazı faaliyetlerin olduğunu görmekteyiz. Maarif Nazırı Şükrü Bey zamanında Sarf, İmlâ ve Lügat Encümenleri ile Istılahat-ı İlmiye Encümeni[33] adı altında dört tane encümen kurulmuştur. Bu encümenler, imlâda bazı kolaylıkları sağlamak için çalışmış ve düzensiz olan imlânın bir düzene girmesi için teşebbüslerde bulunmuştur. Resmî nitelikte olan bu encümenler tarafından ayrıca Sarf ve İmlâ risaleleri de yayınlanmıştır.
Bu çerçevede 1909 yılında Maarif Nezareti bünyesinde bir İmlâ Komisyonu’nun teşekkül ettiği görülmektedir. Ayrıca, aynı Nezaret tarafından kurulan Tedkikat-ı Lisaniye Heyeti’nin Sarf ve İmla Encümeni, 1918 yılında Usûl-ı İmla adında bir risale de yayınlamıştır. Bu risaledeki teklif, Meclis-i Kebir-i Maarif tarafından biraz değiştirilerek kabul edilmiş ve 1922-1924 tarihinde tekrar Usûl-ı İmla adıyla basılmıştır.
İmla (Komisyonu) Encümeni, ilk toplantısında şu hususları kararlaştırmıştır:
- Yeni harfler ve şekiller kabul etmemek.
- Sesli harflere konacak işaretleri ancak ilkokulların birinci sınıflarına ait kitaplarla, Lügat Encümeni’nin hazırlamakta olduğu sözlükte kullanmak.
Bu esasların kabul edilmesine rağmen, hazırlanan imlâ risalesinde Arapça ve Farsça kelimeler yine eski şekillerini muhafaza etmiştir. Ancak, Türkçeleşmiş kelimelerle Türkçe kelimeler yine bitişik yazılmakla beraber, şekli değiştirilmiş ve mümkün olduğu kadar sesli harfler kullanılarak telaffuza uydurulmuştur.[34]
Ta’mim-i Maarif ve Islâh-ı Hurûf Cemiyeti
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Arap harflerinin ıslâhı çalışmaları çerçevesinde birçok cemiyet kurulmuştur. Bunlardan birincisi Ta’mim-i Maarif ve Islâh-ı Hurûf Cemiyeti’dir. Cemiyet, 4 Şubat 1911 tarihinde kurulmuştur. Bu cemiyetin ilk olarak teşekkül ettiği yer Haydarpaşa Tıbbiyeliler Kulübü’dür. Cemiyetin gayesi, İslâm ve Osmanlı memleketlerinde eğitim-öğretimin ve özellikle ilköğretimin en kolay ve ilmî şekilde yaygınlaştırılmasını sağlamaktır. Cemiyete göre, eğitimin yaygınlaşamamasının sebebi, harflerin noksan olması ve harflerin birleşik yazılmasıdır. Bu nedenle Cemiyet üyeleri, Arap harflerinin korunması şartıyla ıslâhını gerçekleştirmek ve bu maksadını da yerine getirebilmek için Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey’in tarzını kabul etmiştir. Cemiyet, bu düşünce ile harflerin ayrı ayrı yazılması, sesli harflerin kullanılması ve herkesin maariften faydalandırılması için çalışmalara başlamıştır. Bunu gerçekleştirebilmek için konferanslar vermek, makaleler, kitaplar, gazeteler yayınlamak, yeni harfleri kullanan matbaaları kurmak ve gerekli olan yerlere yayıncılar göndermek gibi faaliyetler yapmak isteyen Cemiyet, ayrıca dersler vermek, okullar açmak ve kongreler yapmak düşüncesindedir.[35]
Cemiyet, bu kadar çok faaliyeti yapmayı düşündüğünü belirtiyorsa da, tesbit edilebilen sadece bir yayını bulunmaktadır. Cemiyetin yayınladığı kitabın adı, Yeni Yazı ve Elifbası olup, yazarı da Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey’dir.[36]
Bu kitapta, kabul edilen yeni tarz harfler öğretilmekte ve bu tarz yazının nasıl kullanılacağı dersler şeklinde anlatılmaktadır. Kitapta birkaç sayfa haricinde yer alan bütün açıklamalar yeni tarz harflerle basılmıştır.
Kitapta, Latin harflerinin kabul edilmesine karşı çıkılmış ve harflerin eksikliklerini tamamlamanın daha hayırlı bir iş olacağı düşüncesiyle bu eserin yayınlandığı kaydedilmiştir. Ayrıca, hiç okuma- yazma bilmeyen askerlerin, halkın ve ilköğretim öğrencilerinin bu tarz usul ile kısa bir zamanda okur-yazar olabilecekleri de ileri sürülmüştür.[37]
Islâh-ı Hurûf Cemiyeti [38]
Bu cemiyetin kurucularından olan Milaslı Doktor İsmail Hakkı Bey, Türkçeyi “hurûf-ı munfasıla” (harflerin yazı içinde ayrı yazılarak kullanılması) ile yazmanın, dilin kolay yazılıp okunması için tek çare olduğunu savunmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren harflerin ıslâhı çalışmalarının içinde yer alan İsmail Hakkı Bey, bazı Türk aydınlarını da etkilemeyi başarmıştır. Neticede İsmail Hakkı Bey, Operatör Necmeddin Arif Bey ve Ali Nusret Bey’le beraber bir araya gelerek, “hurûf-ı munfasıla” ile Türkçeyi yazabilmek için bir cemiyetin kurulması gereği üzerinde fikir birliğine varmıştır. Bunun akabinde oluşturulan Heyet-i Müteşebbise, hayati öneme sahip olan yazı meselesini tartışmaya açmak için ülkenin önde gelen aydınlarını bir toplantıya çağırmıştır.[39] Toplantı 16 Şubat 1911 tarihinde Darülfünun Konferans Salonu’nda yapılmıştır. Konuyla ilgilenen birçok kişinin davet edildiği bu toplantıya, başta Mahmut Esad Efendi, İsmail Hakkı, Süleyman Nazif, Cenab Şehabeddin, Celal Nuri, Celal Sahir, Celaladdin Arif Bey’ler olmak üzere, ülkenin fikir ve irfan hayatında önemli rol oynayan, basının önde gelen isimleri katılmıştır. Bu toplantıya katılan aydınlar birer konuşma yaparak yazının ıslâhı konusunda görüşlerini dile getirmiştir.[40]
Bu toplantıda konuşan Milaslı İsmail Hakkı Bey, eğitimin ilerleyebilmesi için işe ilk önce harflerden başlamanın, harflerin eksikliğini tamamlamak için de bazı düzenlemelerde bulunmanın gereğine işaret etmiştir. O’na göre, İslâm dünyası zamanına göre hayli ilerlemiş iken, sonradan geri kalmasının gerçek sebebi harflerin noksan bulunmasıdır. Yazının tarzını bozmadan nokta ve işaret nevinden bazı ilavelerin yapılmasıyla bu eksikliklerin tamamlanamayacağını savunan İsmail Hakkı Bey, bir yazının ilim çevreleri tarafından benimsenebilmesi, ilmî ve fennî olabilmesi için bazı şartları taşıması gerektiğini kaydetmiştir. O’na göre, kullanılan yazı sistemi ilmî ve fennî şartlara uygun değildir. Ayrıca, kelimeler yazı makinelerine ve matbaa makinelerine uymamaktadır. Bu nedenle ilerlemenin esasını oluşturan kolaylık ve faydalılık prensibine aykırı bulunması nedeniyle, mevcut yazının mutlak surette ilmî bir metot çerçevesinde düzenlenmesi gerekmektedir. Bu da ancak, harfleri ayrı ayrı yazıp aralarına gerekli olan sesli harfleri yerleştirmekle mümkündür.
İsmail Hakkı Bey, medenî milletlerin ulaştığı kalkınmışlık seviyesine ulaşabilmek için iki yolun bulunduğunu kaydetmektedir. O’na göre, ya Latin harflerini kabul etmeli veya kullanılan yazıyı Latin harflerinin meziyetlerine sahip kılmalıdır. Arap harflerinin muhafaza edilmesiyle ıslâh edilmesi taraftarı olduğunu belirten İsmail Hakkı Bey, teklif ettiği yazı şeklinde harfleri aynen koruduğunu, sadece sekiz sesli harf ilave ettiğini ifade etmiştir.[41]
Milaslı İsmail Hakkı Bey’den sonra konuşan Mahmut Esat Efendi, harflerin ıslâhı için gerekli olan Encümen’in kurulması ve harflerin ıslâhı konusunda yapılacak olan değişikliğin tedrici olması gereği üzerinde durmuştur. Esat Efendi, yazının birdenbire değiştirilmesi halinde, gelecek nesillerin yeni yazıyı öğrendikten sonra, eski yazı ile yazılmış olan eserleri okuyamayacağını dile getirmiştir. Ayrıca, bu durumun insanların geçmişiyle millî âdet ve örfleriyle ilişkinin kesilmesi anlamına geleceğini belirtmiştir.
Necmeddin Arif Bey de yaptığı konuşmada, yazının hurûf-ı munfasıla ile yazılamamasından dolayı Arnavutların bir kısmının Latin harflerini kabul ettiğini ve Osmanlı aydınları arasında bazılarının Latin harflerini kabule meyilli olmalarının da “acınacak bir durum” olduğunu ifade etmiştir.[42]
Toplantıdaki bir diğer konuşmacı olan Ispartalı İsmail Hakkı Bey, Milaslı İsmail Hakkı Bey’in konu hakkında ileriye sürdüğü görüşleri kabul ettiğini belirtmiş ve O’nun istediği hususların yapılması halinde kaybın az, kazancın ise çok olacağını belirtmiştir.[43]
Arap harflerinin ıslâhı lehinde söz söyleyen bu konuşmacılardan sonra, bu görüşe katılmayan ve Latin harflerini savunan Celal Nuri bir konuşma yapmıştır. Celal Nuri, konuşmasında özetle şu hususlar üzerinde durmuştur: Harflerin ıslâhı ve değişikliği fikri, dili bozmaktan başka hiçbir anlam ifade etmez. Arap harfleri Türkçeye uygun değildir. Harfleri değiştirmek gerekirse, Latin harflerini almak gerekir.
Esas mesele, dilde kullanılan harflerin şekillerinde değildir. Durum böyle olsaydı, okuma şekli en kolay olan İspanyolca sayesinde İspanyolların en ziyade okur-yazar millet olmaları ve okuma tarzı zor olan İngilizce’yi konuşanların dünyanın en birinci milleti veya birinci milletleri arasında olmamaları gerekirdi. Fakat, durum tam tersine olmuştur.[44]
Celal Nuri’nin, Arap harflerinin ıslâhı aleyhinde ve Latin harfleri lehindeki konuşmasından sonra salondan birçok itiraz gelmiştir. Bu vesileyle söz alan Ispartalı İsmail Hakkı Bey, bir milletin ilerlemesinde veya geri kalmasında kullandığı yazının önemli olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca hâlen kullanılan yazının değiştirilmeyeceğini, sadece “tadil ve ıslâh” olunacağını ifade etmiştir.[45]
Islâh-ı Hurûf Cemiyeti, bu toplantısından başka üç toplantı daha yapmıştır. Cemiyetin ikinci toplantısı 24 Şubat 1911’de, üçüncü toplantısı 9 Mart 1911’de[46], dördüncü toplantısı da 29 Mart 1912 tarihinde gerçekleşmiştir. Cemiyetin son toplantısında İlmî Encümen ve İdare Heyeti de belirlenmiştir.[47]
İlmî Encümen’in 5 Nisan 1912 tarihindeki toplantısında da düşüncelerini dile getiren Ispartalı İsmail Hakkı Bey, harfler üzerinde yapılacak değişikliği şu şekilde izah etmiştir:
Yazıda kullanılan sesli harfler ayrılacak ve küçük bir değişiklik yapılacak. Bu harfler de yine yazıda numuneleri görülen elif’ten, vav’dan, yâ’dan teşkil edilecek. Böylelikle iki elif, iki yâ, dört vav ile sesli harfler sekiz olup tamamlandıktan sonra, üç de okunan elif (hemze), okunan yâ, okunan vav olup sesli harflerle sessiz harfler birbirinden karışmayacak bir şekilde ayrılacaktır.[48]
Encümen-i İlmî’nin bu toplantısında, ıslâh edilmiş olan Arap harflerinin yeni şekli kabul edilmiştir. Kabul edilen bu şekiller 10 sesli harf ve 34 sessiz harf olmak üzere toplam 44 tanedir. İlmî Encümen tarafından kabul edilen bu harfler Cemiyetin yayın organı olan Yeni Yazı gazetesinde yayınlanmıştır.[49]
Encümen-i İlmî, ayrıca kabul etmiş olduğu bu harfleri halka öğretmek maksadıyla Yeni Harflerle Elifba adında küçük bir kitapçık da yayınlamıştır.[50]
Islâh-ı Hurûf Cemiyeti, bu çalışmalarının yanı sıra yeni yazıyı halka kabul ettirmek için, yeni harflerin faydalarından bahseden başka bir kitapçık daha yayınlamıştır. Yeni Elifbanın Muhassenatı Hakkında Risale adını taşıyan bu kitap, Cemiyet adına Ga. A.R. imzasıyla yayınlanmıştır.[51]
Yeni Yazı Öğretme Derneği
II. Meşrutiyet Dönemi’nde, Arap harflerinin ıslâhı hakkında faaliyetlerde bulunan cemiyetler arasında Yeni Yazı Öğretme Derneği’nin de bulunduğunu görmekteyiz. Milaslı İsmail Hakkı Bey,[52] bu dönemde, Arap harflerinin ıslâhı maksadıyla kurulan cemiyetlerin ve yapılan faaliyetlerin içinde yer aldığı gibi, bu derneğin de kurucuları arasında bulunmaktadır.
Yeni Yazı Öğretme Derneği, Arap harflerinin ayrı (munfasıl) yazılması taraftarı olmasının yanı sıra, sesliler için ortaya koyduğu işaretleri harflerin üstüne, altına değil, arasına koymakta ve yalnız üç çeşit kâf kabul etmektedir.[53]
Bu derneğin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu tam olarak tesbit edilememiştir. Faaliyet olarak sadece Yeni Yazı Hakkında Vârid Olan Sual ve İtirazlara Cevap başlıklı bir kitabın varlığı bilinmektedir. Bu eserde Arap harflerinin ıslâhı ve değiştirilmesi hakkında çeşitli düşünceler ortaya konmuştur. Kitapta çeşitli sorulara verilen cevaplarda; Müslümanların niçin geri kaldıkları, ilerlemeye harflerin mi, yoksa eğitim sisteminin mi yol açtığı, İngilizlerin ve Japonların alfabelerindeki zorluğa rağmen, kısa bir zamanda nasıl kalkındıkları ve yeni yazıya halkın niçin itibar etmediği meselelerine açıklık getirilmiştir. Ayrıca, Latin harflerinin niçin kabul edilmemesi gerektiği hakkında da açıklamalarda bulunulmuştur.[54]
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Arap harflerinin değiştirilmesine karşı çıkan birçok Türk aydını harflerin ıslâhı için çeşitli görüşler ileri sürmüş ve eserler yayınlamıştır. Yukarıda da görüldüğü üzere, birçok dernek ve cemiyet bile kurulmuştur. Bu dönemde harflerin ıslâh edilmesi için Milaslı İsmail Hakkı Bey’in yanı sıra, Cihangirli M. Şinasi, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Ali Nusret ve Hüseyin Avni’nin de bazı çalışmaları vardır.[55] Bu aydınlar, Latin harflerinin kabulüne karşı çıkmış ve mevcut harflerin çeşitli şekillerde ıslâhını savunmuşlardır.
Enver Paşa’nın Teşebbüsü
Enver Paşa, I. Dünya Savaşı’ndan önce, orduda telgraf haberleşmesinde yeni düzenlemelere gitmek maksadıyla, harfler üzerinde bazı değişiklikler yapmak istemiştir. Bu dönemde gerek telgrafın teknik bakımdan geriliği, gerekse telgrafçının bilgi ve teknik bakımdan yetersiz oluşu dolayısıyla Enver Paşa, sadece ordudaki telgrafçılara has, hurûf-ı munfasıla veya hurûf-ı mukata’a denilen yazı şeklini tatbik etme yoluna gitmiştir.[56]
Enver Paşa’nın ordu bünyesinde böyle bir yazı sistemini kullanacağı hakkındaki haberler bazı gazeteler tarafından sevinçle karşılanmıştır.[57]
Bu maksatla Harbiye Nezareti, 1 Mayıs 1914’ten itibaren yalnız askerî makam ve kıt’alar arasında yapılacak her türlü haberleşmenin, harflerin ayrı ayrı yazılarak yapılmasını kabul ve emretmiştir. Yalnız, mülkî memurlarla yapılacak haberleşmenin eski tarz yazı ile yapılmasına devam edilmiştir. Harbiye Nezareti’nin aldığı bu karar, Mayıs ayından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bu uygulama beklenilen kolaylığı sağlayamamıştır. Aksine, haberleşme esnasında yeni bazı anlaşmazlıkların doğmasına neden olmuştur.[58]
Ordunun her kademesinde “hurûf-ı munfasıla”yı kabul ettirebilmek ve uygulatabilmek için büyük gayret gösteren Enver Paşa’nın bütün bu gayretleri boşa gitmiş ve “Enverî Hattı” orduda tutunamayarak uygulamadan kaldırılmıştır. Bundan sonra tekrar eski tarz harflerle haberleşmeye devam edilmiştir.
Enver Paşa’nın kabul edilmesi için uğraş verdiği “hurûf-ı munfasıla” ile yazılmış elimizde sadece bir eser bulunmaktadır. Bu kitap, 1330 yılı (1914-1915) Ordu Salnamesi’dir. 1496 sayfadan oluşan Salname’nin tamamı Enverî hattı ile yazılmıştır.[59]
Arnavutluk’ta Latin Harfleri
II. Meşrutiyet Dönemi’nde, İtalyanların ve Avusturyalıların Arnavutluk’a yönelik propagandaları sonucunda Arnavutlar, 2-8 Eylül 1909 tarihleri arasında tertip ettikleri İlbasan Kongresi’nde, Arnavutçanın öğretim dili olmasına ve Latin harflerinin kabulüne karar vermişlerdir.[60] Bu kongreden sonra Arnavutluk’ta kullanılacak harfler hakkındaki tartışmalar şiddetlenmiştir.
Arnavutlukta Latin harflerinin kullanılmasını savunanlar şu görüşü savunmuştur: Arnavutlar, sadece harfler ve yazı ile Hilafete bağlı olmayıp, bütün kalbî duygularıyla, mukaddes makama bağlıdırlar. Arnavutlar, Latin harfleri ile dinin bütün özelliklerini öğrenmek ve devlete yardımcı olmak istemektedirler. Arnavutların gayesi dinden uzaklaşmak değil, bilakis dinin bütün emirlerini layıkıyla öğrenmektir. Bu sebeple, Latin harflerinin Arnavutluk’ta kabul edilmesinde dinî yönden bir sakınca yoktur. Latin harflerinin Arnavutluk’ta kabul edilmesinin dinî açıdan zararlı olacağından, yasaklanması gerektiği ve İslâm dünyasında ayrılığa yol açacağı iddiasında bulunanlar, muhallî ihtiyaçları ve dilin gereklerini, yapısını inkâr edenlerdir.[61]
Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesi, Arnavutlarla Türklerin arasındaki bağların kopmasına sebebiyet vermez. Çünkü, Arnavutlarla Türkler, dinî birlikten, beş yüz sene beraber yaşamış olmaktan doğan hukuk ve kardeşlik gibi manevî bağlardan başka, menfaat ortaklığı ile de birbirlerine bağlıdırlar. Bu iki kavmi birbirinden ayıracak dünyada hiçbir kuvvet tasavvur edilemez.[62]
Latin harfleri kabul edilirse, bu durum Arnavutlar için önemli sonuçlar doğuracak ve kısa zamanda ilerlemeleri mümkün olacaktır. Latin harflerinin kabulü, Arnavutlarla Türkler arasında herhangi bir kopukluğun doğmasına da sebep olmayacak, aksine aradaki münasebet kuvvetlenerek devam edecektir.[63]
Diğer taraftan Osmanlı aydınlarının bir kısmı da Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesine değişik sebeplerle karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışın en önemli sebebi, dinîdir. Bu aydınlar, Latin harfleri taraftarlarının savundukları görüşleri yazılarında tenkit ederek onlara cevap vermişlerdir.[64]
Bu aydınlara göre, Müslüman Arnavutların Latin harflerini kabul ile eğitim-öğretime teşebbüsleri halinde, milliyetlerine son vermek için kendi elleri ile öyle müthiş bir darbe vurmuş olacaklar ki, bunun sonucunda ortaya çıkacak millî tehlikenin telafisi mümkün olmaz. Arnavutluk’ta Latin harflerini yaygınlaştırmaya çalışmak, Arnavutları Latinleştirmek demektir.[65]
Arnavutluk’ta Latin harfleri kabul olunduktan sonra, Kur’an’ın yazılması ve okunması imkânsız ve mânâsız olacaktır. Bu durumda, Arnavutları Hıristiyanlık dairesine sokmak suretiyle, nüfuzlarını genişletmek isteyenlerin maksadı gerçekleşmiş olacaktır. Bunun sonucu olarak da, dinî duyguları millî duygulardan daha kuvvetli olan Arnavutlar, farkında olmayarak, İslâmiyeti terk etmiş olacaklar.[66]
Konu üzerinde bu tartışmalar yapılırken, “halk” da meseleye kayıtsız kalmamış ve çeşitli mitinglerle görüşünü ortaya koymuştur. Mesela; Manastır şehrinde, Latin harflerinin şiddetle red ve tel’ini için, 6 Şubat 1909 tarihinde bütün Müslüman köylerinin katılımı ile on iki bin kişilik bir miting tertip edilmiştir.[67] Yine aynı şekilde, İlbasan’da Arnavutça için Arap harflerinin kabul edilmesini isteyen halk büyük bir miting düzenlemiştir.[68] 20 Şubat 1909’da Görice’de de on iki bin kişinin katılımı ile Latin harfleri aleyhinde ve Arap harfleri lehinde bir başka miting tertip edilmiştir.
Ancak Görice’de Arap harfleri lehinde yapılan bu mitingten bir hafta sonra (27 Şubat 1909), bu kez Latin harfleri lehinde bir miting yapılmıştır. Fakat, bu mitinge halktan pek katılım olmamış ve yaklaşık bin iki yüz kişi iştirak etmiştir. Bunların arasında, civar kaza ve köylerden gelen Katolik Papazları ön sıralarda yer almışlardır.[69]
Arnavutluk’ta bir taraftan “Alfabe” tartışmaları ve konu hakkındaki çalışmalar devam ederken, Şeyhülislamlık makamı konu hakkında yayınladığı fetvada, Latin harflerinin kabulü ve İslâm mekteplerinde öğretilmesinin şeriata uygun olmadığını bildirmiştir.[70]
Arnavutluk’ta Arap harfleri taraftarlarının, Latin harfleri aleyhindeki çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmış ve bir süre sonra Arnavutlar Latin harflerini kullanmaya başlamışlardır.
Latin Harflerini Savunanların Düşünceleri
XIX. yüzyılın ikinci yarısında bazı aydınlar tarafından dile getirilen Arap harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin kabul edilmesi görüşü, II. Meşrutiyet Dönemi’nde daha açık ve yaygın bir şekilde ileri sürülmüştür. Bu dönemde başta Hüseyin Cahid, Celal Nuri, Abdullah Cevdet ve Kılıçzade Hakkı olmak üzere birçok Türk aydını, Arap harflerinin ıslahına karşı çıkmış ve Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Latin harflerinin kabul edilmesini savunan şahıslar arasında yer alan Hüseyin Cahit yazılarında, kullanılan harflerin Türklüğe ve Müslümanlığa mahsus bir yazı olmadığına, Türklerin daha önceleri başka yazılar da kullandığına ve Arap harflerinin de sonradan kabul edildiğine dikkat çekmiştir. Hüseyin Cahit’e göre, Latin harflerini kabul etmek isteyen Arnavutlar, ilerleme yolunda tebrike layık büyük bir adım atmışlardır. Çünkü, dağda çobanlık yapan bir Arnavut, bu sayede bir haftada okuyup yazabilecektir. Türklerin ise Arap harfleri ile değil bir haftada, belki yüz haftada köylüye okuyup yazmayı öğretemeyeceğini savunan Hüseyin Cahit, bu durumda Arnavutlarla Türkler arasında eğitim alanında ayrılık olacağını ifade etmiştir. Yani Arnavutlar, Latin harfleri sayesinde maariflerini geliştirecekler, Türkler ise oldukları yerde kalacaklardır. Hüseyin Cahit, bundan dolayı, ilmî ve mantıkî cereyana, yani Latin harflerinin kabul edilmesi hareketine engel olmak yerine, o cereyanı mümkün ise kabul etmenin, Türklüğün menfaatine daha uygun olduğunu ileri sürmüştür.[71]
Celal Nuri de Latin harflerine taraftar olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Celal Nuri, Türk milletinin diğer sahalarda olduğu gibi, dil meselesinde de büyük bir ilerleme gösteremediğini, halbuki gerek dilin, gerekse edebiyatın ilerlemesine ihtiyaç bulunduğunu, bu alanda ilerleme kaydedilemedikçe, devlet ve millet olarak asla bir adım ileri gidilemeyeceğini ileri sürmüştür.
Celal Nuri’ye göre, Arap harfleri berbattır. Bu harflerle bir iş görülememektedir. Yetersizdir. Arap harflerini ve bu harflerle yazılan kelimeleri halk kolaylıkla öğrenememektedir. Gayr-ı tabii olan bu harfler, ilerlemeye büyük engel teşkil etmektedir. Bu harflerin halkta öğrenme ve aydınlanma isteğini söndürdüğünü belirten Celal Nuri, bu yüzden “ıslâh-ı hurûf” gibi boş, mânâsız tedbirlere başvurmak yerine, bir an önce cesaret göstererek Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur.[72]
Celal Nuri’ye göre, Arap harflerini değiştirmek gerekirse, Latin harfleri gibi harfleri kabul etmek gerekir. Arap harflerinin ıslâhı ve tadil edilmesi için çalışanların ortaya koydukları şekiller kabul edilirse, herkesin kolaylıkla ve kısa bir zamanda okur-yazar olacağı iddiası geçersizdir. Çünkü, asıl mesele şekilleri telaffuzda değil, bilmekte, ezberlemektedir.[73] O’na göre, ülkenin kalkınması isteniliyorsa, bir an bile geçirmeden Latin harfleri incelenmelidir. Bir alfabeyi bırakıp başka bir alfabeyi kabul eden sadece Türkler değildir. Ayrıca, harf değiştirmekle ülkede yeni bir zihnî devir başlayacaktır. Millî bir gayret gösterilerek dilde, edebiyatta, alfabede ve düşüncede bir inkılâp yapmak gerekmektedir.[74]
Latin harflerinin hem pek tabii, hem de Türkçenin yazılmasına Arap harflerinden daha uygun olduğunu ifade eden Celal Nuri, bu harflerin kabul edilmemesi için yapılan itirazların çok basit seviyede olduğunu belirtmektedir. Celal Nuri’yi göre, bu konuda ciddî bir inkılâp yapılabilirse, halk kolaylıkla okuyup yazabilecek ve sonuçta milletin fikrî seviyesi büyük ilerleme kaydedecektir.[75]
Türkiye’deki Latin harfleri tartışmaları incelenirken Abdullah Cevdet’i ve yayınladığı İçtihad dergisini müstakil olarak ele almak gerekir. Çünkü, Harf İnkılâbı öncesinde kendisi, bunu 35 yıldır savunduğunu ve gerçekleşmesinden büyük memnuniyet duyacağını ifade edecektir.[76] Abdullah Cevdet’in yayınlamış olduğu İçtihad’da, Meşrutiyet Dönemi’nde bazı yazıların çıktığını, hatta en hararetli yazıların burada yayınlandığını söylemek mümkündür.
Bu dönemde Abdullah Cevdet, Latin harfleri hakkındaki görüşünü Celal Nuri’nin bir eseri hakkında yazdığı yazıda dile getirmiştir. Abdullah Cevdet, Celal Nuri’nin Mukadderat-ı Tarihiyye adlı kitabı hakkında İçtihad’da bir tanıtım yazısı kaleme almıştır. “Dahiyane bir kitap” olarak vasıflandırdığı bu eserin çeşitli bölümlerinden alıntılar yapan Abdullah Cevdet, Celal Nuri’nin ileriye sürdüğü fikirler hakkında yorumlar yapmıştır.[77]
Abdullah Cevdet’e göre, Celal Nuri, “Edebiyat Meselesi” başlıklı bölümde, büyük bir medenî cesaret örneği göstererek, hâlihazırda kullanılan harflerin berbat olduğunu açıktan açığa söylemektedir. Abdullah Cevdet, ilgili kısımdan yazısına alıntı yaptığı Celal Nuri’nin “bu harflerle” ifadesine, “ve bu heriflerle” kaydını da ilave ederek, Arap harflerinin bir işe yaramadığını, Arap harflerini savunan şahısların da ilerlemeye engel teşkil ettiklerini belirtmiştir.
Abdullah Cevdet, bu yazısında Celal Nuri’nin çeşitli konularda dile getirdiği düşüncelerine yer verdikten sonra, kendi görüşlerini şu ifadelerle kaydetmiştir: “Oh! Aynı fikirde iki ruhun yekdiğerine mülakî olması ne kadar büyük ve yüksek bir haz ve saadettir! Söylemek, bağırmak istediğim şeylerin pek çoğunu Celal Nuri Bey Mukadderat-ı Tarihiyye’sinde söylemiş, yazmıştır”.
Abdullah Cevdet, fikirlerini paylaştığı bu kitabı büyük bir istekle, aşkla ve ihlâsla gençlere, ihtiyarlara ve özellikle aydınlara, devlet yetkililerine tavsiye etmiştir.[78]
Yukarıda da ifade edildiği gibi, II. Meşrutiyet Dönemi’nde İçtihad’da Latin harfleri lehinde birçok yazı yayınlanmıştır. Bunlardan birisi de Ali Nadir imzasıyla yayınlanmıştır. Ali Nadir’e göre, Latin harfleri kabul edildiği zaman elde edilecek faydalar şunlardır:
Herhangi bir Batı dilini öğrenmeyi hayaline sığdıramayanlar, o zaman meselenin ne kadar kolay olduğunu anlayacaklar ve yabancı dilleri öğrenmeye başından itibaren değil, yarı yoldan başlayacaklar.
Latin harfleri kabul edildiği zaman Türkçe, diğer dillere benzeyeceği için, bu dili öğrenmek isteyen insanlar çoğalacaktır. Türkleri tanıyanlar ve yardım edenler çoğalacak. Kitaplar güzel bir baskı ile her yerde bastırılabilecektir.
Halbuki Latin harflerinden ayrı bir harf sistemi kabul edildiğinde, bu yeni harflerin büyük faydası olsa bile, Türkleri yine eskisi gibi yalnızlığa mahkûm edecektir.
Latin harfleri, Türkçeye kolay ve mükemmel uymaktadır. Yeni harf ilavesine gerek kalmamakta, sadece bir-iki işaretli bazı sesli harflerin görevlerinin değiştirilmesi yeterli olmaktadır.
Harflerin hayatta gerekli olan bir makine olduğu ve bunun alınmasının bir mahzur oluşturmayacağı üzerinde duran Ali Nadir, Almanların Latin harfleri ile yazmaya başlamasından beri Fransızlaşmadıklarını, görüşüne delil olarak göstermektedir.
Ali Nadir’e göre, Latin harfleri kabul edildiğinde İslâm dünyasından uzaklaşılsa bile, “hayat vasıtası” olan Latin harflerine sahip çıkmak için bu mahrumiyeti göze almak gerekmektedir. Ayrıca, ilerlemeye başlayan Müslümanlara, ancak saygı gösterecek bir konumda olduğunu belirttiği İslâmiyet’in, konuşma ve yazma şekilleri ile ilgili olmadığını kaydetmiştir.[79]
İçtihad’da konu hakkında başka yazılar da yayınlanmıştır. Ancak, yayınlanan diğer yazılar Ali Nadir’in görüşlerini paylaşan değil, harflerin üzerinde birtakım düzenlemeler yapılmasını isteyen ve Latin harfleri aleyhinde olan yazılardır.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Latin harfleri lehinde yazıların yayınlandığı bir başka dergi de Hürriyet-i Fikriye’dir. Dergide konuya geniş yer verilmiştir. Latin harfleri ile alakalı olan yazı serisinin ilkinde, ilerlemeye engel olan kayıtları ve şekilleri terk ederek Batılıların tecrübe neticesinde kabul ve tatbik ettikleri vasıtalarla ilerlemek için, Latin harflerinin yavaş yavaş tatbike başlanması gerektiği üzerinde durulmuştur. Yazıda, kullanılan elifbanın topluma bir fayda sağlaması açısından iflasının artık herkes tarafından kabul edildiği ileri sürülmekte ve harflerin kusurlarını en muhafazakâr olanların bile itiraf ettikleri kaydedilmektedir. Yazara göre, bu şartlarda Latin harflerini kabul etmek elzemdir.[80]
Konu ile ilgili yayınlanan ikinci yazıda yazar, Müslümanlık ile olan bağın ve diğer Müslümanlar ile olan rabıtaların sadece Arap harflerinden dolayı ise bunun acınacak bir durum olduğunu ifade etmiştir. Yazar, ayrıca “daha da ileriye giderek” Arap harflerinin Müslüman milletler arasında gerekli olan birliğe, kaynaşmaya engel olduğunu ileri sürmüştür. Yazara göre, Latin harfleri, bazı sosyologların zannettikleri gibi, sadece Hıristiyanlara has bir yazı sistemi değil, özellikle son asırlarda belki bütün insanlar arasında kullanılmaya başlanan uluslararası bir alfabedir.[81]
İçtihad’da konu ile ilgili yayınlanan bu yazılarda ileriye sürülen fikirleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
Arap harfleri, artık cemiyetin sosyal hayatında bir fayda sağlayamamaktadır. Harflerin ve imlânın birçok kusuru vardır. Ülkede okuma-yazma oranı çok düşüktür ve sadece belli bir sınıfa mahsustur. Harfleri ıslâh veya tadil etmek, meselenin tam olarak halledilmesine yardımcı olmaz. Bu nedenle harfleri değiştirmek en kesin çözümdür. Japonların kullandığı harfler gerçekte zordur. Ancak Japonlar kalkınırlarken, içinde bulundukları şartlar onların lehine olduğu için, kısa zamanda büyük bir ilerleme kaydedebilmişlerdir. Latin harflerinin kabulünde dînî yönden herhangi bir sakınca yoktur. Latin harfleri kabul edildiğinde, elde edilecek faydalar ve kolaylıklar görülünce, harflerin kabul edilmesinin isabetliliği herkes tarafından takdir edilecektir. Latin harfleri her şeye rağmen galip gelecektir.[82]
Latin Harflerine Karşı Çıkanların Düşünceleri
II. Meşrutiyet Dönemi’nde Latin harfleri taraftarları bu görüşlerini ortaya koyarken, Arap harflerinin değiştirilmesini istemeyenler de düşüncelerini çeşitli yazılarla dile getirmişlerdir. Bu dönemde Milaslı İsmail Hakkı Bey ile Satı Bey’in Latin harfleri aleyhindeki yazıları dikkatimizi çekmektedir. Milaslı İsmail Hakkı Bey, Arap harflerini ıslâh etmenin daha kolay olduğunu ve Latin harflerinin niçin kabul edilmemesi gerektiği hakkındaki görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
- Millete Latin harflerini teklif etmek, onları alışmış olduğu yoldan zorla çevirip, istemediği karanlık bir yola sevk etmektir. Bu başarısızlıkla sonuçlanacaktır. En önemli mahzur da budur. Arap harflerini ilmî bir şekilde ıslâh etmek ise, milletin önünde bulunan engelleri kaldırarak hiç rahatsızlık vermeksizin hedefe ulaştıracaktır.
- Latin harfleri, geçmişle münasebeti koruma hususunda büyük bir engel teşkil edecektir.
- Latin harflerinde, Arap harflerinde bulunan “güzellik” mevcut değildir.
- Latin harfleri ile Türkçe yazılamaz. Yirmiden fazla harf eksiği vardır.
- Latin harfleri, yapısı itibariyle külfetli olduğundan yazılması, munfasıl harflere oranla yüzde otuz kadar fazla hareketi gerektirdiği gibi, aynı oranda da fazla yer tutacaktır.
- Latin harfleri ile yazılan el yazısında, harfler bitişik yazıldığından dolayı daha süratli yazı yazılmaktadır. Ancak, sadece bu özellik dolayısıyla alınması söz konusu değildir. Ayrıca, ıslâh olunan harflerin munfasıl olmasına rağmen, yazı bu şekilde daha süratli yazılabilir.
- Yabancıların Türkçe’yi iyi telaffuz edebilmeleri yönüyle Latin harfleri uygun değildir.
- Arap harfleri ile yazının sağdan sola yazılması, körükörüne garp mukallidi olanların zannettiklerinin tam aksine olarak kıymetli bir özelliktir.
- Noktalar meselesinde de, Arap harflerinin ıslâh edilmiş şekli, Latin harflerine tercih edilmelidir. Çünkü, Latin harfleriyle yazılan bir yazıda 26 harf, Arap harfleri ile yazılan yazıda 21 harf noktalıdır.[83]
Satı Bey de şu gerekçelerden dolayı Arap harflerinin kaldırılıp yerine, Latin harflerinin kabul edilmesi görüşüne karşı çıkmıştır:
- Harflerin zor olması ilerlemeye engel değildir. Harflerin zor olması ilerlemeye engel olsaydı, Japonların bir adım bile ileri gitmemesi gerekirdi.
- Büyük bir geçmişe ve edebiyata sahip bir milletin kendi harflerini değiştirdiğini tarih bize göstermemektedir.
- Elifbada bazı zorluklar vardır. Fakat bu zorluklar, harflerin değiştirilmesini gerektirecek kadar büyük değildir. Zaten bu zorlukların ortadan kaldırılması da mümkündür. Bunun için harflerin değiştirilmesine gerek yoktur, ancak ıslâh edilebilir.
- Çocukların okulda kısa zamanda okuma-yazmayı öğrenememelerinin sebebi harfler değil, eğitim-öğretim metodudur. Öğretmenler, çocuklara hece usulünü tatbik ettiklerinden başarısız olmaktadırlar.
Bu nedenlerden dolayı Arap harflerinin değiştirilerek, yerine Latin harflerinin kabul edilmesine gerek yoktur.[84]
II. Meşrutiyet Dönemi’nde, Türk aydınları önceki dönemlere göre daha açık ve yaygın bir şekilde Latin harflerinin kabul edilmesi gerektiği görüşünü ifade etmişlerdir.[85] Fakat, hükümet ve halk bu harf değişikliği meselesine sıcak bakmamıştır. Bu dönemde Arap harfleri lehinde ve Latin harfleri aleyhinde güçlü bir cereyanın olduğunu söylemek mümkündür.
Sonuç
Tanzimat Dönemi’nde alfabe tartışmaları ilk defa gündeme geldiğinde Türk aydınları, bazı eksiklikleri bulunan Arap harflerinin çeşitli değişiklikler yapılarak ıslâh edilmesi üzerinde durmuşlardır. Ancak zamanla bu değişikliğin de fayda sağlamayacağını savunan bazı aydınlar, Latin harflerinin alınmasını istemiştir. Bu görüş Tanzimat Dönemi’nde zaman zaman dile getirilmiştir. Ancak, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte düşünce hayatında başlayan canlanma, kendisini bu konuda da göstermiş ve Latin harflerini savunanlar çoğalmıştır. Bu dönemde Arap harflerini savunanlar, harflerin ıslâh edilmesi için bazı cemiyetler kurarak ve eserler vererek çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu aydınlar, Arap harflerinin eksik olduğunu kabul etmekle beraber, Latin harflerinin kabulüne de karşı çıkmışlardır.
Alfabe değişikliği, toplumların hayatında zor ve az gerçekleşen hadiselerden biridir. Yeni bir alfabenin kabul edilebilmesi için, toplum hayatında köklü bazı değişikliklerin olması gerekir. Bu nedenle Türkiye’de Latin harflerine geçiş, ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşebilmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Muhammet ERAT
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 15 Sayfa: 154-166