Meselemiz olsun- meseleniz olsun!
İskender Öksüz
Geçen yazımda, kendimi bildim bileli sorduğum soruyu tekrarlamıştım: Niçin ilerleyemiyoruz? Eğitim diye başladım. Belki en yakın olduğum problem alanı. Onunla devam edeyim. Eğitimimiz, niçin bir türlü diğer OECD ülkelerinin, hiç olmazsa ortalamasını yakalayamıyor? Niçin Şili veya Meksika ile birlikte diplerde yer alıyoruz?
Bu soruyu cevaplamak için pek küçük bir tecrübem ile başlayacağım. Lisede, bazı dersler anlatılırken koptuğumu fark etmiştim. ‘Niçin?’ diye düşündüm. O derslerde, tahtada problem çözülür; çözümler, bazen bir tahtaya sığmazdı. Şunu fark ettim: O koptuğum derslerin hocaları problemi çözerdi çözmesine de çözümün ortasında problemin ne olduğunu kaybederdik. Problem kaybolduktan sonra, çözümün hiçbir çekiciliği kalmazdı.
Meselesi olmak
Şanslı bir öğrenciydim her hâlde. Ege Üniversitesi Fen Fakültesi’nde işler değişti. Hocalarım problemin içinde yaşıyordu ve problem de çözüm de onları heyecanlandırıyordu. O heyecan biz öğrencileri de sarardı. Lisede ortalama bir öğrenciyken üniversitede birden olağanüstü bir öğrenci oldum.
Kendim üniversite hocası olunca da fark edişim bir adım daha ileri gitti. Araştırma yapan hocaların dersleri, araştırma yapmayıp sadece okudukları ders kitabındaki bilgileri tekrarlayanlardan daha gerçek, daha anlaşılırdı. Onların problemi vardı. Benim neslimin deyişiyle “mesele”si vardı. Onlar bize anlattıklarını, konuların içinde yaşayarak anlatırlardı. Bir meseleye sahipliğin heyecanı, öğrenciye de yansırdı.
Bu tespitleri, eğitim tecrübesinden alıp ilerleyemediğimiz birçok konuya genişletebiliriz.
Karl Raimond Popper’in büyük keşfi, bilimin tümevarım, tümdengelim falanla değil, problem çözerek ilerlediğidir. Bilim adamı da teknik adam da devlet adamı da problem sahibi, mesele sahibi adamdır. Yanlış da olsa bir çözüm bulur, dener; doğruysa ne âlâ. Yanlışsa başka çözüm bulmaya çalışır.
Kurumlar ve ülkeler de öyle ilerliyor
Bir de meselesi, problemi olmayan tipler vardır. Onlar, ağızdan dolma bilgileri, sloganları tekrarlayıp durur. Aslında onların meselesi farklıdır. O mesele, işlerinin, mesleklerinin, mevkilerinin meselesi değildir. Meseleleri şöyledir. Hoca mı oldu? Araştırma değil, yani yeni bir şeyler bulma peşinde değil, unvan alma peşindedir. Daha iyi öğretme değil, daha çok ücretli ek ders alma peşindedir. Bütün doktora yönetmeliklerde, şart olarak, “bir yenilik getirmek, bilime katkıda bulunmak” mealinde laflar geçer. Hiç unutmam, yönetmeliği tartışırken bir üniversite senato üyesi, “Arkadaşlar, gerçekçi olalım. Hangimiz bilime yeni bir şey getirdik!” demişti ve ben kendimi hakarete uğramış hissedip, “Kendi adına konuş!“ diye onu terslemiştim.
Araştırma yapılmaz, “yayın” yapılır. Bilime katkı yapılmaz, unvana katkı yapılır. Öğretilmez, eğitilmez, ders saati arttırılır. Bu sistem içinde öğrencilerin meselesi de öğrenmek değil, diploma almaktır. Kopya çekerken yakaladığım bir mühendislik sınıfı öğrencileri kendilerini şöyle savunmuştu: Biz mühendislik yapmayacağız ki. Biz memuruz, maaşımız artsın diye diploma almak istiyoruz. Eh böyle öğretim üyesine böyle öğrenci uygundur!
Yabancı ülkelerdeki araştırmacıların, “Bunu önce ben keşfettim!”, “Hayır ben keşfettim!” kavgalarının neredeyse yumruklu hâle döndüğü günlerimi özlüyorum.
Rektör mü oldunuz. Meseleniz ne olmalıdır? Üniversitenizin Türkiye ve dünya sıralamasındaki yerini yükseltmek. Hem araştırmada hem eğitimde. Göz bebeğimiz olan birçok üniversitelerimizin yönetimlerinin meselesi buydu; hâlâ da budur. Fakat şimdi başka meseleleri sahiplenen rektörlerin haberlerini okuyoruz: Yakınlarımı nasıl işe alıp maaş bağlarım? Kendime daha ek gelirler bulabilir miyim? Eşimi, yeğenimi istihdam edebilir miyim? Ve sözde idealistlik: Bizden olanları nasıl bir an önce doktor, doçent, profesör yapabilirim? Liderime nasıl yaranabilirim?
Üniversite en uzun yıllarımı verdiğim bir kurum. En iyi bildiğim, mesele ettiğim alan o. Sizler kendi alanlarınıza bir de bu ölçüyle bakınız ve sorunuz: Benim altımdakilerin, benim üstümdekilerin “mesele”si var mı? Daha önemlisi benim meselem var mı? Varsa o mesele kişisel çıkar, terfi etme, mevkiini muhafaza etme veya yandaş kayırma değil de gerçekten bulunduğunuz kurumun meselesi mi?
Hedef tayin etmek ve hedefi mesele etmek
Bir insan veya bir kurum meselesini nasıl bulur? Nasıl tanımlar? Bu o kadar zor değil. Geçen yazımda asıl problemin kurumunuzu veya ülkenizi olduğu yerde “idare etmek” değil benzerleri arasında daha iyi hâle sokmak olduğunu yazmıştım. O hâlde ilk yapılacak iş, bir hedef tayin etmektir. Sonra da bu hedefe giderken aldığınız yolu, nutukla, algı yönetimi ile değil, objektif olarak ölçmektir. Gerçekçi bir ölçü bulmaktır.
İlk-orta öğretim mi? Buyurun PISA’ya. PISA’da hiç olmazsa OECD ortalamasını hedefler misiniz? Bu meseleniz olur mu? Uykuya dalarken son düşündüğünüz, uyandığınızda ilk aklınıza gelen bu mesele olur mu? Her yıl yaptıklarınızla hedefe yaklaştınız mı, uzaklaştınız veya yerinizde saydınız mı? Ölçmeye cesaretiniz var mı? Hele dipten bir kurtulun, daha yukarı tırmanmayı konuşalım.
Üniversite mi? Siz kendi süreçlerinizi ölçün. Dünya zaten her an sizi ölçüyor. Hedefiniz ne olmalı? İlk 500? İlk 100? 50? Başa güreşmek? Bu sonuncuyu ilk 500’e girdikten sonra konuşalım ama şüphesiz nihaî hedef bu olmalıdır.
Peki vatan? Kurumları kurtaramazsak, vatanı kurtaramayız. Şaka değil; gerçekten kurtaramayız.