Felaket gelecek mi, geldi mi?
Şadiye Okur
Hayatta her şey bir denge üzerine kurulmuş. Hem de mükemmel bir denge. Yer üstünde ve yer altında yaşayan tüm canlıların birbiri ile ilişkisi ve bu ilişkide muazzam bir denge var.
İnsan da muhakkak bu ilişki ve bu dengenin en önemli parçalarından biri. İnsan, bir noktaya kadar toprak ile orman ile yaban ile içi içe yaşamış. Sonra ne olduysa hem kendi dengesini, hem de doğa ile ilişkisindeki dengeyi yitirmiş. Gelin biraz “Bu denge nasıl yitirilmiş?” ve “Yeniden kurulması mümkün mü?” sorularının cevaplarını arayalım.
Kantarın topuzu nerede kaçtı?
İnsan ile doğa arasındaki dengede kantarın topuzu nerede kaçtı? Tarih şeridini gözümüzün önünden şöyle bir geçirirsek, tam manasıyla şurada diyemesek de makul bir cevap bulabiliriz. Şimdi şeritte 18.YY’a odaklanalım. Bu yüzyılda, bugünkü üretim, tüketim ve bu ilişkiye bağlı ekonomik kalkınma modellerini şekillendirecek en önemli olaylardan biri yaşandı: Sanayi Devrimi. Bilindiği gibi bu atılım her alanda makine gücünün kullanılabileceği fikrini de beraberinde getirdi. Yapılan icatlar insanların işlerini kolaylaştırdı, iş için harcayacakları zamanı kısalttı. At ile iki günde gidilebilecek bir yol, buharlı trenle daha kısa sürede gidilebilir oldu. El ile bir haftada yapılabilecek bir iş, yeni icat edilen makineler sayesinde bir günde yapılabilecek hale geldi. İnsan gücü ile çalışanlar bir yana, bu icatların birçoğu buhar gücü ile çalışan makinelerdi.
Gittikçe gelişen teknoloji sayesinde üretimin eski yöntemlere göre daha kolay yapılması, arz ve talep dengelerini de değiştirdi. İhtiyaca yönelik bir ürün artık seri hâlde üretilebiliyordu. Talepler arttıkça daha fazla fabrika kuruldu. Yeni ürün grupları ve pazarlar ortaya çıktı. Böylece tüketim ve üretim arasındaki karşılıklı ilişki, sanayileşmeyi artan bir ivme ile hızlandırdı. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, tüketim alışkanlıkları da hızla değişti. Üretilen bir ürün hızla tüketiliyor, yerine hemen yenileri üretilebiliyordu.
Kabaca anlatmaya çalıştığım sanayi devrimi ve sonraki hızlı üretim-tüketim süreci ile insanlık geri dönüşü olmayan bir yola girdi. Sanayisi güçlü ülkeler, bu yüzyıldan sonra hep hâkim konumda oldular. Hızla gelişen makineleşme sürecinde modern dünya, dur durak bilmez bir şekilde, üretimden başka bir şey düşünemez hâle geldi. Fakat bu hızlı sanayileşme sürecinde göze batmayan, sonrasında başımıza bela olacak bir meselenin temelinin atıldığının henüz kimse farkında değildi. İşte kantarın topuzunun kaçtığı nokta!
Öldüren sis
Şimdi Sanayi Devrimi’nden biraz daha ileriye, 1952 yılına gidelim. 1952 yılında, Londra’da yaşanan ve yaklaşık 12.000 kişinin ölümüne sebep olan “öldüren sis” dengenin bozulması ile ilgili belki de en ciddi uyarılardan biriydi. Öldüren sisin, sanayide ve ısınma amacıyla evlerde kullanılan kalitesiz kömürlerden ve durgun hava şartlarından kaynaklandığı biliniyor.
Bu elim olay, hava kirliliğinin en somut örneği. 12.000 kişinin yaşamına mal olan olayda kömür kullanımı sorgulanmaya başlandı. Temiz havaya erişebilmek için, kömür kullanımını sınırlandıracak yasal düzenlemeler şart olmuştu. Bu olaydan sonra İngiliz parlamentosu 1956 yılında “Temiz Hava Kanunu”nu çıkararak kömür kullanımını sınırlandırdı. Aynı vakalar daha önce, 1945’te ABD’de görülmüştü fakat etkilenen kişi sayısı Londra’ya göre daha azdı. Onlar İngilizlerden önce, 1955 yılında “Temiz Hava Kanunu”nu çıkardı.
Ülkemizde ve gelişme seviyesi bizimle aynı ya da daha aşağı ülkelerde ise durum biraz farklıydı. ABD ve İngiltere gibi sanayi devlerinin bu dertleri bizim için şimdilik uzak bir felaketti. Bu yıllarda ülkemizde sanayileşmenin henüz istenen düzeye ulaşmaması ve nüfusumuzun bugünkünün neredeyse dörtte biri olması bizi hava kirliliği probleminden uzun süre uzak tuttu desek pek de yanlış sayılmaz.
Sanayi devriminden sonra ortaya çıkan tek çevre sorunu hava kirliliği değildi elbette. ABD ve İngiltere’de yaşanan ölüm olayları dikkatlerin bu noktaya çekilmesine yol açsa da, henüz dikkat çekmeyen başka meseleler de arka planda büyümeye devam etti. Endüstrinin atık suları ve atıkları göze görünecek kadar çok değildi. Göze görünmemesinin sebebi, miktarlarının azlığından ziyade bugüne göre yerleşimin seyrekliği ve endüstriyel atığın atılabileceği alanın çokluğuydu. Bu sebeple çok büyük bir sorun teşkil etmiyordu. En azından hava kirliliği gibi toplu ölümlere yol açmamıştı.
Tüm bunların yanında bir de sanayinin ihtiyaç duyduğu ham maddelerin çıkarılmasındaki kıyımlar var. Dünya üzerinde bulunan ormanların büyük bir kısmı hem odunun ham madde olması hem de birçok madenin toprak altından çıkarılabilmesi için kesildi, yok edildi. Tabi bir de nüfus artışının doğurduğu arazi ihtiyacı da ormanların katline yol açtı.
Sayıp döktüğümüz tüm teknolojik gelişmeler medeniyetlerin ilerlemesi için çok önemli adımlardır şüphesiz. Fakat insanlık, teknolojinin ve medeniyetin geliştirilmesine odaklanmışken, her şeyinden yararlandığı doğanın sağlığını görmezden geldi. Doğa, belirli bir noktaya kadar kendi kendini yenileyebilir, bir şekilde döngüsüne devam edebilirdi. Ancak öylesine yoruldu, yükü öylesine ağırlaştı ki, hastalıkları her yerde gün yüzüne çıkmaya başladı.
1,5 Derece
Son zamanların en çok konuşulan konularından biri küresel ısınma ve iklim değişikliği. Sonuçlarını somut şekilde görmeye başladığımızdan gündemimizden düşürmemiz pek mümkün görünmüyor.
“Sevdana yürek gerek” başlıklı yazımda Hükûmetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 6. Raporundan bahsetmiştim. Rapora göre Paris İklim Anlaşması’nda belirtilen 1,5 °C’lik sıcaklık artış sınırı aşılırsa daha büyük felaketlerle karşılaşmamız kaçınılmaz olacak. Yüzyılın son çeyreğinde Avrupa Sanayi Devrimi’nden bu yana yaşanan yıkımların etkisini azaltmak için çaba göstermeye başlamış görünüyor. Çevre duyarlılığının artmasıyla birlikte, kömür kullanımını sınırlandıracak çalışmalar yaptı. Londra merkezli, Sandbag adlı düşünce kuruluşunun yayınladığı “Kömür Bulmacasını Çözmek” adlı raporda, 15 Avrupa ülkesinin, kömür kullanmayı bırakacağını taahhüt ettiği belirtiliyor. Dört yıl içinde kömür kullanmayı bırakacak Avrupa ülkeleri şunlar: Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Almanya, Yunanistan, Macaristan, İrlanda, İtalya, Portekiz, Slovakya, Hollanda, İsveç ve İngiltere.
Avrupa, iklim değişikliğinde Paris İklim Sözleşmesini belki de ilk defa bu kadar ciddiyetle uygulamaya çalışıyor, ya da öyle görünüyor.
Bu kapsamda yapılan Yeşil Mutabakat, taraf ülkelere çeşitli yükümlülükler getiriyor. AB’nin 2050 yılındaki hedefi karbon salınımını sıfıra indirmek ve “karbon nötr” kıta haline gelmek. Avrupa Yeşil Mutabakatı, AB üyesi ülkeler için bazı zorunluluklar getirmekle kalmıyor; birlik üyesi olmayan ihracatçı ülkelere de çeşitli zorunluluklar getiriyor. Bunlardan biri “sınırda karbon uygulaması”. AB bu yolla ithal ettiği bütün ürünler için üretici ülkelerden karbon salınımlarını azaltmasını bekleyecek. Bu sadece bir beklenti değil, bazı zorunluluklarla sera gazı emisyonlarının azaltılması ile ilgili somut adımların da belgelendirilmesi istenecek. Yani hiçbir ürünü hammadde sürecinden, sevkiyat aşamasına, yaşam döngüsü boyunca belirlenen karbon salınımını aşmadığından emin olmadan, AB ülkelerine sokmayacak. En azından plan bu şekilde. Ülkeler, ya tedbirler alarak sera gazı emisyonlarını azaltacak ya da vergilendirme sistemine tabi olacak. Sera gazı üretiminde her ülkenin payı aynı olmasa da tedbir alma konusunda bizim gibi AB ihracatçısı ülkeler için zorunluluklar aynı olacak gibi görünüyor.
Küresel ısınma ve buna bağlı gelişen iklim felaketlerini önlemek için çok vaktimizin kalmadığı aşikâr. Makineler ve teknoloji ile iç içe geçmiş hayatımızı bir anda sıfırlayıp, mağaralara dönemeyeceğimize göre, yeniden doğa ile dost yaşamanın yollarını bulmalıyız. Bir sonraki yazımda “yeşil yeni dünya düzeni” ve bizim bu düzendeki yerimize değinmeye çalışacağım.
Doğa ile kalınız.