Bu makale Ötüken dergisinin
144. sayısında yayımlanmıştır.
İnsanoğlu, her konuda olduğu gibi dil ve alfabenin kökenini araştırıp açıklamaya çalışırken de bu iki olgunun kökenini mitoloji, efsane ve daha sonra da dine bağlamıştır. Dilin kökeni araştırılırken ortaya atılan kuramlar şunlardır: yansıma kuramı, jest ve mimik kuramı, iş kuramı, ünlem kuramı, müzik kuramı (DEMİR ve YILMAZ, 2010: 17). Bunlara, insanın inanma ihtiyacına paralel bir şekilde gelişen, ilahî kaynak kuramını (DEMİR ve YILMAZ, 2010: 17) ekleyebiliriz. İlahî dinler; dilin dünyaya Hz. Âdem’le birlikte geldiğini, Tanrı’nın Hz. Âdem’i dil ile donatarak dünyaya gönderdiğini bildirir. Eski Ahit’e göre ise Tanrı, kendisiyle çekişme içinde olan insanoğlunu cezalandırmak için Babil Kulesi’ni yapmış ve insanlara farklı diller vererek birbirleriyle anlaşmalarını engellemiştir (EKER, 2011: 5-6).
Bu saydığımız kuramların hiçbiri deney ve gözlem yoluyla, yani bilimsel olarak, denetlenemez. Bunlar ancak inanç ve varsayımlar olarak kabul görebilirler; oysa diğer olay ve olgular gibi dil de varsayımlarla değil; bilimsel yöntemlerle üzerinde durulması gereken, oldukça önemli bir konudur. Dil; insanın doğal ihtiyaçlarından doğmuştur, bu ihtiyaçlara yanıt verebilecek yeterlilikte olmakla birlikte insanın doğayı kavraması ve onu ifade etmesi dilinin izin verdiği ölçüde mümkündür (AKSAN, 1990: 164-165; DEMİR ve YILMAZ, 2010: 6-7).
Eski yazılı kaynaklar bulunup çözülünceye ve bunlar üzerinde karşılaştırmalı çalışmalar yapılıncaya kadar yazı ve alfabenin kökeni hakkında da dilin kökeni hakkında olduğu gibi mistik, efsanevi açıklamalar yapılmıştır. Eski Mısırlılar’a göre yazının mucidi Toth veya Tanrıça İsis’tir. Babil’de Narduk’un oğlu Nebu, İbranilerde Hz. Musa, Yunan mitolojisinde ise Hermes, yazının mucidi olarak kabul edilir. Çin ve Hint kültürlerinde de yazının icadı yine mistik, tanrısal güçlere atfedilmiştir. Yazının yaygın bir şekilde bilinmemesi, sadece dinî ve siyasî/ticarî seçkin zümrenin kullandığı bir araç oluşu, sıradan insanlar tarafından onun bu şekilde mistik bir güç olarak yorumlanmasına neden olmuştur (USER, 2006: 15).
Dilin doğuşu ve onun yazıya geçirilişi arasındaki sürenin uzunluğu, dilin doğuşunu ve tarihini açıklamada, bilim adamlarının elini kolunu bağlasa da bir kayıtlama sistemi olarak alfabenin tarihi açıkça ortadadır. İlk önceleri kavramların resimlerinin çizimine dayanan piktografik alfabeler, insanoğlunun bilişsel ve fiziksel evrimiyle beraber kavram ya da nesnenin çağrışımına dayanan ideogramları doğurur. Nesneyle resim arasındaki ilişki kavramsallaşmaya başlar; örneğin yıldızlı bir gökyüzü artık “geceyi” simgeler hale gelir. Mezopotamya, Mısır, Girit, Hitit yazıları bu tip yazılardır. İhtiyacın artması, insanın sosyal ve ticarî hayatında olduğu gibi dilde de kullandığı en az çaba yasası gereği ideografik yazı, yerini daha pratik olan fonetik/sesçil yazıya bırakmıştır. Logografik alfabe örneği olarak çağımızda, yaşayan en önemli örnek Çin yazısıdır. Burada ideogramların yerlerini logogramlar almış olsa da günümüzde seslerin ya da hecelerin şekil olarak temsil edilerek sistemleştirildiği alfabetik yazılardan oldukça farklıdır (USER, 2006: 16-17).
Alfabe, içerdiği sembollerin her biri bir ses birimi veya birimlerini karşılayan yazılı işaretler sistemidir. Toplumun ses ihtiyaçlarına göre ortalama 20-30 şekilden oluşurken duyulan ihtiyaç nedeniyle kimi alfabelerde 11 simgeye düşer kimilerinde simge sayısı 74’ü bulur. Alfabe terimi, ilk kez Hristiyan din adamları Epiphanos ve St. Jorome tarafından kullanılmıştır. Fenike dilindeki alpha “öküz”, betha “ev” sözlerini karşılayan resimler, ideogram ve hece yazısı basamaklarını geçerek alfabelerin ilk harflerini oluştururlar. Fonografik temele dayanan günümüz alfabeleri, sözcüğün hece ve seslere bölünerek simgeleştirilmesi nedeniyle dilin öğrenilmesi ve yazının yaygınlaşmasında kolaylık sağlamaya başlamıştır (USER, 2006: 18).
Alfabe yazısının en eski örnekleri, MÖ 1700-1330 yılları arasında dört kitap dininin yayıldığı topraklar ve çevresindeki bölgelerde kullanılmıştır. Bu coğrafyada bugün Mısır, Ürdün, Suriye, Filistin, Etiyopya gibi ülkeler bulunmaktadır. Bu coğrafyada Musevilik ve Hristiyanlığın ortaya çıkışı, bunlardan önce de ilahi olmayan inanışların yaygın oluşu, özellikle din metinlerinin yazıya geçirilmesi ihtiyacı nedeniyle, alfabenin kullanılmasını gerekli kılmıştır. Bundan başka Fenikelilerin Kartaca, Kuzey Afrika ve İspanya’daki ticari ilişkileri, alfabelerin oluşturulması ve yayılmasında oldukça etkili olur. Aynı şekilde Asya’da Budizm ve çeşitli dinsel inançların doğurduğu ihtiyaçlar nedeniyle alfabeler oluşturulmuş; hatta bunların bir kısmı aynen ya da uyarlanarak Türk yazısı için de kullanılmıştır (USER, 2006: 18-23).
Fenikelilerin ticarî ilişkileri nedeniyle diğer halklara öğrettikleri ve dünyaya yayılan alfabeler bundan başka çok tanrılı, pagan inanışlara sahip kültürlerde büyü, kehanet, dinî tören alanlarında din adamları tarafından da kullanılmaktaydı. Bu, din seçkinleri elinde bulunan ve onlar tarafından kullanılan alfabe, ticari ilişkiler nedeniyle ticaretle uğraşan seçkinlerin de eline geçti. Ticarî gerekliliklere rağmen Orta Çağ’da bile yazı din seçkinlerinin elinde kaldı ve yaygınlaşamadı. Din adamlarının statülerinin belirleyicisi olan yazı, İncil’in çeşitli dillere çevrilmesi ve matbaanın yaygınlaşmasıyla halka yayılmaya başladı (USER, 2006: 23-25).
Bu açıdan bakıldığında dilin yazıya geçirilmesi iki ana nedene dayandırılabilir:
Alfabelerin kutsallaştırılması belki de insanoğlunun yazıyı kullanma nedenlerinin birincisine bağlanabilir. İnançların sistematik olarak dile getirildiği kutsal kitaplarda, dil ve yazıya ilişkin yapılan mistik açıklamalar, bir alfabeyi kutsallaştırmanın temel nedenlerindendir.
Türklerin kullandıkları alfabelere kısaca bakacak olursak: İlk olarak çeşitli maden ve kayalara yazılmış anıt yazıtlar, çeşitli nesneler üzerine yazılmış kısa metinler, kayalar üzerindeki duvar yazıları, kamış ya da fırçayla kâğıda ya da ahşaba yazılmış metinler kaleme alınırken kullanılan ve Türkler tarafından mı yaratıldığı yoksa başka bir alfabeden mi uyarlanarak oluşturulduğu konusunda değişik fikirler öne sürülen, runik alfabe/ Göktürk yazısı ile karşılaşırız (USER, 2006: 32-37; RONA-TAS, 2013: 80-85). Bütün alfabelerde olduğu gibi runik alfabe de din adamları tarafından çeşitli ritüel ve metinlerde kullanılmıştır. Türklerin ticaret yolları üzerindeki egemenlikleri yazının ticarî ilişkilerde de kullanıldığı düşüncesini doğurur. Ancak Avrupa topluluklarının tersine yazının dinî seçkin zümrenin tekelinde olmadığı, Orhun Yazıtları’nı kaleme almış devlet büyüklerinin devletin tarihini, devlet adamlarının icraatlarını, halkın okuması ve yaşananlardan ders almalarını öğütlemelerinden anlaşılır. Hatta bu verilerden yola çıkarak çeşitli bilim adamlarının Eski Türklerde okulların bulunduğu ve okuma yazmanın halk arasında yaygın olduğu hakkında varsayımları bulunur (USER, 2006: 40-42; RONA-TAS, 2013: 80-85).
745 yılında kurulan Uygur Kağanlığı’nın hükümdarı Bögü Kağan, 762’de Mani inancını benimser. Mani inancı ve Mani metinlerinin etkisiyle birlikte Mani alfabesi kullanılmaya başlanır. Bu alfabe, VIII. yüzyılın ilk yarısı ve X. Yüzyılın ortalarına kadar Moğolistan ve Doğu Türkistan bölgelerinde kısa bir süre kullanılmıştır ve Türklerin inanç sebebiyle kabul ettikleri ilk alfabedir (USER, 2006: 42-45).
MS I. yüzyılın ortaları ile 320 yılları arasında misyoner Budist rahipleri tarafından batıya -Türkistan’a- taşınan Budist din metinleriyle birlikte, Budizm’i kabul eden Türkler, Hint kökenli Brahmi alfabesini kullanmaya başlarlar. Brahmi yazısıyla yazılmış Türkçe metinlerin tarihleri, 9./10. ile 13. yüzyıllar arasına denk gelir. Brahmi yazısı da dinsel nedenlerle kabul edilen bir başka alfabe olmasına rağmen pratik olmayışı ve öğrenilmesindeki zorluk nedeniyle yaygınlaşamamıştır (USER, 2006: 62-66; RONA-TAS, 2013: 91-93).
Bunlar arasında büyük bir kültür birikiminin yazıya aktarıldığı VIII.-XVII. yüzyıllar arasında yaygın bir şekilde kullanılan Uygur alfabesi, Runik alfabeden sonraki en önemli alfabedir. Soğut yazısından Türkler tarafından geliştirilen, sağdan sola doğru yazılan ve hatta tıpkı Arap harfleriyle yapılan hat sanatına benzeyen hat özellikleri geliştirilen bu alfabe Türklerin ikinci millî alfabesi sayılabilir. Budist, Manihaist din metinlerinin yanında hukuk, tıp, astroloji metinleri bu alfabeyle yazılmıştır. Türklerin İslam’ı kabul edişiyle birlikte Arap alfabesine geçmelerine rağmen bir süre daha bu alfabenin de kullanıldığı, eldeki verilerden anlaşılmaktadır (USER, 2006: 52-62).
Yukarıda saydığımız alfabelerden başka Türkler Süryani, Grek, İbrani alfabelerini de kullanmışlardır. Bunda, Türklerin kabul ettikleri inanç sistemlerinin önemli bir yeri vardır (USER, 2006: 72-80). Türklerin kullandıkları alfabelerin çeşitlilik göstermesindeki en büyük nedenlerden biri din ise diğeri de egemenlik kurdukları topraklarda ilişki kurdukları diğer topluluklardır.
Emevi Devlet’i tarafından, Horasan’a vali olarak atanan Kuteybe ile başlayan Türk-Arap ilişkileri, Sasanî Devleti’nin kurulması, ordu ve devlet teşkilatında Türklerin hâkim olmasıyla birlikte güçlenmeye başlar. Abbasî halifelerinin Orta Asya’ya düzenlediği fetih seferleri ve kölecilik faaliyetleri dâhilinde, Türklerin asker köleler olarak Arap yarımadasına getirilmeleri Bulgar, Oğuz ve Karahanlı Türkleri arasında İslam inancının yayılmasına neden olur. Askerî etkenlerin yanında özellikle İdil-Bulgarlarının Müslüman tüccarlarla ilişkileri ve Müslüman devletlerin Müslüman olmayanlar üzerinde uyguladıkları vergi politikaları, Türklerin İslam’ı kabul edişlerinde önemli etkenler olarak görülebilir.
Uzun yıllar boyunca kullanılan Arap alfabesi, Türklerde İslamî karakterin bir sembolü haline gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’in bu alfabeyle indirilmiş olması, yukarıda bahsettiğimiz gibi dili, yazının kökenlerini, mistik olay ve güçlere bağlama eğilimi, Türklerin alfabe konusunda aslında pek de tutucu olmayan karakterinin tersine bir durum olarak görülebilir. Türklerin İslamiyet’i, kitleler halinde kabul etmeye başladıkları tarih olarak bilinen, XI. yüzyılda yazılan Divānü Lügati’t-Türk adlı eserinde Kaşgarlı Mahmut’un, Türk yazısı olarak Uygur yazısını göstermesi, XIV.-XV. yüzyıllarda yazılan birçok dinî tasavvufî yapıtın Uygur harfleriyle yazılmış olması, aynı dönemde hem Uygur hem de Arap harfleri ile yazılmış eserlerin bir arada bulunması, Türklerin yazı konusunda katı dinî/ideolojik tercihlerinin olmadığının ispatıdır (USER, 2006: 124). Ancak Türklerin özellikle Selçuklulardan itibaren millî karakterden çok dinî bir karakteri benimsemeye başlamasıyla, sadece indirildiği milletin Arap olması nedeniyle Kur’an’ın Arap harfleri ile yazılmış olduğu gerçeği unutularak bu alfabeye verilen kutsiyeti arttırmış; Arap ve Fars’ın kültür dairesini İslam’la özdeşleştirerek alfabe tercihi konusunu dinî/ideolojik bir zemine çekmiştir.
Günümüzde bile halen sadece Osmanlı hayranlığı içinde yaşayan, Türk milletinin evrimi ve değişimini kavrayamayan; belki de kavramak istemeyen kişiler alfabe ve alfabe değişimi konusunu dinsel ve ideolojik malzeme haline getirmişlerdir. Ancak başta sorulacak olan soru şudur: İnsanın icat edip geliştirdiği, ihtiyacına göre sınırlarını belirlediği bir sistemi kutsal saymak, dinsel olarak da yersiz, hatta uygunsuz değil midir? Bunun gibi durumlar için “Allah yapısı değil ya!” diyen bir milletin bu şekilde davranması oldukça ilginçtir.
Alfabe tartışmaları daha birkaç ay önce Kazakistan’da da yaşanmış, bir kısım aydın tıpkı Türkiye’dekiler gibi koca bir külliyatın yok olacağı korkusu ile bu değişime şiddetle karşı çıkmıştır; ancak sancılı ve zor bir karar da olsa hele günümüzdeki teknolojik imkânlar göz önünde tutulduğunda, bu karşı çıkışın yersiz olduğu görülebilir. Bu başka bir yazının konusu olabilir; ancak benzer şekilde Osmanlı alfabesinden Latin alfabesine geçişin, XI. yüzyıldan beri biriktirilen tarihî ve kültürel mirasın yok edildiği savıyla ortaya çıkan Türk aydının kusuru, alfabeden ve alfabe değişimini gerçekleştiren tarihi süreçten önce, kendisinde araması gerekir. Çünkü Arap alfabesiyle yazılmış yapıtlara âşina binlerce Türkolog, tarihçi sokaklarda işsiz dolaşırken, metin neşri çalışmaları sadece yüksek lisans ve doktora tezlerinin büyük bir kısmını oluştururken, kültür mirasının yok olduğu serzenişinin, sadece ideolojik bir temeli olduğu düşünülebilir. Kültür işlerinden sorumlu bakanlıklar, Türk dili ve tarihi okutmakla, araştırmakla görevli özerk ve resmî kurumlar eğer bu arşivlere, bu yapıtlara sistematik bir şekilde el atıp yazı çevrimlerini yapıp halka ulaştırmıyorsa ve kısır, çoğu zaman nefret ürünü ve ideolojik tartışmalarla ve yakınmalarla mevki işgal ediyor, zaman harcıyorsa suçlu bizzat aydının kendisidir. Aydın sınıfının bir kısmı yüzünü tamamen Batı’ya dönmüş, Batı’nın amentülerini tesbih ve zikrederken bir kısmı Doğu ve İslam dünyasına dönmüş binlerce yıllık tarihinin büyük bir bölümünü reddedip sadece o kültürün ürün ve gerçeklerini kabul etme peşindedir. Her iki kesim de Türk kültürünün binlerce yıllık büyük bir sentez olduğu ve her tarihî olay ve olgu gibi Türk tarihinin de bir bütünlük gösterdiği gerçeğini kavramaktan uzaktır. Ne Batı’nın değerleri ne de Doğu’nun ve onun biçimlendiricisi olan Türklerin değerleri reddedilebilir. Burada sorun, her iki kesimin de bilimsel ve sosyal ihtiyaçlara cevap vermek için alınan ya da reddedilen her türlü şeyi kutsallaştırmalarıdır.
Latinize edilmiş bir alfabenin mümini dinden uzaklaştırdığını, kendisinin de Osmanlının mirasını ve değerlerini koruduğunu iddia eden kesimin bir kısmının, tarihten habersiz olduğu, bir kısmınınsa tarihsel gerçekleri sakladığı açıkça bellidir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yenileşme çabalarının başlangıcı, II. Mahmut’a dayanmaktadır. II. Mahmut’un devlet memurlarına fes, Batı tarzı kıyafet giydirme çabasına, toplumun bazı kesimleri tarafından dinsizlik, dine aykırılık gibi gerekçelerle, şiddetle muhalefet edildi; çok ilginçtir ki bugün kafalarında fesleri ellerinde bastonlarıyla televizyonlara çıkarak Osmanlıcılık (!) güden bir kısım Tanzimat (v)ükelâsı şapka kanunundan, alfabe değişimine, aynı iddialarla muhalefete devam ederlerken sıradan halk, aslında Yunan kültüründen gelen –yani gavur icadı olan- fesi, İslam’ın simgesi olarak görmek hatasına düşürülüyorlar. Kısacası; çok ilginç bir şekilde İslam’ı ve Osmanlı’yı referans alarak hareket ettiğini söyleyen aynı kesim, tarihin bir döneminde İslamî olmadığı gerekçesiyle karşı çıktığını, bugün İslamî olduğu gerekçesiyle savunuyor. Bu da herhalde tarihin bir cilvesi. Yine aynı kesim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte yapılan alfabe reformunun tarihinden ya habersizdir ya da bile bile bu gerçekleri gizleyerek inancına safça bağlı büyük bir kitlenin gözlerini bağlamaktadır.
Osmanlı’da alfabe reformu ihtiyacını duyan aydınlar şu nedenleri sıralarlar:
Türkiye’de alfabe reformunun gerekliliği ilk olarak, Tanzimat Devri Osmanlı aydınlarından Ahmed Cevdet Paşa’nın Kavâid-i Osmaniye adlı eserinde dile getirilmiştir. Ahmed Cevdet Paşa bu çalışmasında, Arap alfabesinde karşılığı bulunmayan Türkçe seslerin temsil edilmesi gerektiğini söyler. Onun dikkat çektiği bu konu Encümen-i Dâniş tarafından ele alınır ve alfabeye Türk dilinin ünlülerini karşılamak amacıyla bazı işaretlerin konması teklif edilir. 1862’de Münif Efendi, kurucu üyesi olduğu Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’de bir konferans verir ve burada Arap alfabesinin bilinen güçlüklerine temas ederek reform fikrini açıklar. Münif Efendi, güçlüklerin giderilebilmesi için oturmuş bir harekeli sistem veya hurûf-ı munfasıla (harflerin sondaki ve ortadaki biçimlerinin atılmasıyla ayrı yazılması) tekliflerini sunar. Osmanlı’daki alfabe reformuna ciddi katkıda bulunanlardan biri, Azerbaycanlı yazar Mirza Fethali Ahundzade’dir. Ahundzade, Azerbaycan alfabesi için düşündüğü reformları o zamanın prestijli devleti olan Osmanlı’da kabul ettirebilmek için İstanbul’a gelerek düşüncelerini açıklar. O da ayrı yazım ve bazı ek işaretlerle Arap alfabesinin uyarlanmasını teklif edecektir. 1863’te hazırladığı alfabeyi Osmanlı sadaret makamına sunar. Değişikliğin, İslam eserlerinin unutulmasına neden olacağı gibi fikirler ileri sürülerek, düzeltmenin kabulünün mümkün olmayacağı ifade edilir. Ahundzade, Tiflis’e döndükten sonra, reform fikirlerinin hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşemeyeceğini anlar ve Latin esaslı bir alfabenin Türk dünyasında kabul edilmesinden yana bir tutum sergilemeye başlar. Ancak bu da millî benliklerini İslam üzerinden korumaya çalışan Türk toplulukları tarafından şiddetle eleştirilir. Örneğin “Dilde, fikirde, işte birlik” ilkesiyle mücadele veren İsmail Gaspıralı; Latinleştirilmiş bir alfabeye, Türk dünyası arasındaki ilişkileri koparacağı düşüncesiyle karşı çıkar ve reformu savunur. Azerbaycan Türkleri 1922’de –Türkiye Cumhuriyeti’nden de önce- Latin alfabesini kabul ederek alfabe değişikliği konusundaki kararlılığını göstermiştir. 1866 ve 1878’de Namık Kemal, alfabe tartışmalarına katılır. Namık Kemal reform hareketinde herkesin fikir birliği içinde olduğunu belirtir; ancak Arap harflerinin tamamen değiştirilmesi düşüncesine karşı çıkar. Bunun nedenini ise, yazılı kültür birikiminin gelecek kuşaklara aktarılmasında doğacak sıkıntılarla açıklar. Harflere eklenecek işaretlerle sorunun çözüleceğine inanır. Reformcu olup devrimci olamayan Osmanlı aydınları arasında Şinasi ve Ali Suavi de alfabede reformu savunan; ancak değiştirilmesini yukarıdaki nedenlerle reddedenler arasındaki Osmanlı aydınlarıdır. 1869’da yazdığı bir yazıda Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal’le aynı gerekçeleri ileri sürerek harf devrimine karşıt tutum sergiler. Ona göre matematik, felsefe, coğrafya gibi bilimlerde ilerleme göstermiş Araplarsa, bu bilimleri Arap harfleri ile öğrenmekte engel yoktur. Harflerin değiştirilmesinin bu bilim külliyatını yok edeceğine inanan yazarın, milletlerin birliğinin alfabe ile değil dille olacağını savunması, bizde kafasının karışık olduğu düşüncesini uyandırmaktadır. Araplar, bu bilimsel yapıtları Arap alfabesi kullanmasalar da Arapça yazacaklardı ve yine okunmaları için bir dili öğrenmek ihtiyacı duyacaktık. Ebuziyya’nın sözlerinden, Arap alfabesinden çok Arap dilini savunduğu gibi bir sonuç da çıkarılabilir. Alfabenin kutsallaştırılması bu olsa gerek. Bugün de bir kısım aydın, Osmanlı edebi mirasının Osmanlıca okunması gerektiğini söyler. Her nedense Osmanlıca ile Osmanlı döneminin dil özelliklerini mi yoksa Arap harfli metinleri mi kastettiklerini açıkça söylemezler. Metinlerin, Arap harfli baskılarından okunması gerektiğini söyleyenlerin öne sürdüğü gerekçe ise Latin harflerinde tek /s/ işaretinin bulunmasına rağmen Arap alfabesinde üç farklı /s/ işaretinin bulunduğu, bunun da anlamı etkilediğidir. Ancak sözlükçülükte bunun çözümü bulunmuştur. Eşsesli sözcükler ayrı madde başları olarak verilir. Bu da sorunu çözer. Ahmed Midhat Efendi de alfabe konusuyla ilgilenir; 1874’te Kırk Ambar’da Ermeni, Yunan ve Arap alfabelerini karşılaştıran bir yazısında, Ermeni harflerinin daha kullanışlı olduğunu; ancak Osmanlı alfabesinin Batı alfabelerinden alınacak bazı harflerin uyarlanmasıyla geliştirilmesi gerektiğini söyleyerek reformcular tarafında durur. Ona göre suç alfabede değil; eğitim-öğretim sistemindedir. 1879’da Erkan-ı Harbiye Dairesi emriyle, Münif Paşa başkanlığında kurulan bir alfabe komitesinde haritaların daha kolay okunması için yeni ünlü harfler ve hareke ekleriyle bir proje hazırlanmış; ancak bu çalışmadan da bir sonuç alınamamıştır. 1883’le Şemsettin Sami, Kâmûs-ı Fransevî’nin önsözünde, Türkçenin seslerine Latin alfabesinden harf karşılıkları teklif eder; ancak bu teklifi sadece diğer dillerden aktarma yaparken kullanmak gerektiğini savunur. Tanzimat dönemi bittiğinde birkaç aydın dışında alfabenin değiştirilmesi konusunda fikir öne süren yoktur. Bütün aydınlar reform taraftarıdır.
1908’den sonra alfabe ve yazım tartışmaları yeniden başlar; bu kez reform yanlılarının yerini yavaş yavaş -Arnavutların Latin alfabesini kabulünden cesaret alan- alfabenin değişimi yanlıları almaya başlar. Özellikle Tanin, İttihad ve Hürriyet gibi gazetelerde Hüseyin Cahid, Celal Nuri ve Kılıçzade Hakkı gibi isimler, sık sık Latin alfabesinin kabulünü dile getirmeye başlarlar. Ancak, II. Meşrutiyet döneminde aydınlar arasında reformcuların sayısı da az değildir. 1911’de kurulan ve başına Müşir Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın getirildiği Harflerin Islahı Derneği, yine ayrı yazımı ve eklenecek işaretlerle alfabenin düzenlenmesini savunur. Balkan Savaşları’nda askerî keşif kollarının istihbarat yazılarını ve pusulaları yanlış okuması, kötü sonuçlara yol açtığından 1 Mart 1914’te Ahmet Muhtar Paşa bir askerî yazının oluşturulmasını ve kullanılmasını dile getiren tezkere yayımlar. Alfabenin değişmesini gerektiren bir başka neden de bu olur: Yazım ve harfler nedeniyle askerî istihbaratın ve emirlerin okunamaması ya da yanlış okunması.
1910’da, Tanin gazetesinde Hüseyin Cahid tarafından yayımlanan bir yazıda, Arnavutların Latin alfabesine geçişinden cesaret alarak bir Türk-Latin alfabesinin oluşturulmasının yararlı olacağı belirtilmiştir. Ona göre, üç-dört yıl eğitim gören bir çocuk okumayı ve telaffuzu çözemez, hatta eğitimli kişiler bile bu konuda yetersizdir. Eğitimin Arap harfleriyle yapılması dinî bir gereklilik değildir, bunda bir sakınca olmamalıdır, Arap harfleri de millî değildir, öyleyse Latin harfleri kullanılmalıdır; ancak bu konuda yazdığı ikinci bir yazıdan sonra şeyhü’l-islâmlık tarafından, İslam okullarında Latin harfleriyle eğitim öğretim yapılmasına şerren izin verilemeyeceği, yönünde bir fetva çıkarılmıştır. Alfabe reformundan yana olan bir başka aydın da büyük Türkçü Ziya Gökalp’tir; ancak onun alfabe değişikliğine karşı oluşundaki en büyük etken, Rusya’da yaşayan Türk topluluklarıyla ilişkinin kesileceği endişesidir (USER, 2006, s. 101-124). Tarih bu endişesini haklı çıkarmıştır; ancak başka bir şekilde: Önce Çarlık Rusyası, sonra Sovyetler’in yürüttüğü eritme politikalarıyla, bu Türk topluluklarının hem alfabeleri hem de dinleri değiştirilerek aramızdaki bağ koparılmaya başlanmıştır. Oysa Ahundzade’nin fikri kabul edilip uygulansaydı belki de bu süreç daha yavaş işleyecekti. Ancak tarihi şartlar, Orta Asya’da millî bilincin İslamlıkla ifade bulmasına neden olmuştur; çünkü bu topraklardaki Türklere ilk saldırılar millî değil; dinîdir.
Osmanlı’da alfabenin Latinleştirilmesi düşüncesinin öncüleri Binbaşı Ömer Bey ve Menemenlizâde Tahir Bey adlı iki askerdir (USER, 2006: 365). Bugün Osmanlıcılık güdüp de II. Abdülhamid’i âdetâ kutsayan bir kesimin, Abdülhamit Han’ı mitler, rivayetler ve kulaktan dolma bilgilerle öğrenip savunduğu ya da onunla ilgili gerçeklerin bir kısmını gizlediği açıkça bellidir. Osmanlı Devleti’nde 33 yıl boyunca padişahlık yaptıktan sonra tahtan indirilen ve 10 Şubat 1918’de hayatını kaybeden II. Abdülhamid’e onursal doktora bile veren bu kesim; acaba Abdülhamid’in şu sözlerinden haberdar mıdır? “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur; çünkü bizim yazımızın sırlarına ulaşmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.” (USER, 2006, s. 365). Bu söze karşı çıkacak olanlara verilecek yanıt şudur: Avrupa’yı görmüş, Fransızcaya hâkim, iyi eğitim almış bir Osmanlı padişahının bunları düşünmesine herhalde bir engel yoktur. Batı eğitim tarzıyla, Osmanlı’nın eğitimini kıyaslayabilecek; bizdeki gerilemenin nedenlerini görebilecek kadar iyi yetişmiş bir Osmanlı yöneticisinin bu çözüm yolunu makul görmesi de yadırganacak bir şey değildir. Tanzimat’tan beri yapılan tartışmaların temel noktası Arap harflerinin öğrenilmesi ve harflerle basım ve yayım işlerinin yapılmasındaki zorluklardır. Tanzimat ve Meşrutiyet ve hatta Cumhuriyet dönemindeki alfabe değişiklikleri sırasında ileriye sürülen nedenleri bir kenara bırakırsak XVII. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde yaşamış büyük düşünce adamlarından olan Kâtip Çelebi, Arap alfabesinden şöyle yakınmaktadır: “Herkes onaylar ki müddet-i ömründe doğru yazılmış bir kitap öğrenememiştir.” (USER, 2006: 375).
Tarihi olaylar ve toplumun ihtiyaçları göz önünde tutulduğunda alfabe değiştirme tartışmalarının XIX. yüzyılın ikinci yarısında başladığı ve XX. yüzyılda Cumhuriyet kurulana kadar devam ettiği görülür. Konu tartışılırken Osmanlı aydının ve toplumunun büyük buhranlar içinde kıvrandığı malumdur. Doğu ve Batı arasında sıkışıp kalmış; sürekli askerî, siyasî ve ekonomik mücadeleler veren bir devletin aydınının ve yöneticilerinin, konuyu salim kafayla düşünmelerine çağın gerçekleri izin vermemiştir. “İslâmî geleneğin” –İslâmın değil- baskısı, Osmanlı birliğinin İslâm’la ayakta tutulabileceği düşüncesi, Türk birliğinin sağlanması için İslâm’a sarılış, çağın aydınına bu konudaki düşüncelerini değiştirmesi ve geliştirmesine yol açacak bilimsel ortamı sağlayamamıştır. Uzun süren ayaklanmalar dönemi, I. Dünya Savaşı, ardından Kurutuluş Savaşı bu tartışmaların, tarihin tozlu raflarında kalmasına neden olmuştur. Tarihi bir bütün olarak göremeyenler ise 1 Kasım 1928’de yapılan alfabe değişikliğini tarihi alt yapısından koparmışlardır. Bunu sadece Cumhuriyet döneminde tepeden inme bir şekilde yapılan, temelsiz, diktatörce bir davranış olarak yorumlamışlardır ve yorumlayacaklardır.
Alfabe değişikliğinden rahatsız olan kadroların, İslâm birliği düşüncesinden yola çıkarak yaptığı eleştirilerin ardında, Türk kültürünün sadece İslâm kültürü ile var olabileceği düşüncesi mi yatmaktadır? Yoksa adına Türk denen bu topluluk İslam’dan önce yok muydu, tek kültürel hazinesi Arap harfleri ile yazılan –kuşkusuz- eşsiz yapıtlar mıydı? Bu, çok değer verdikleri; ancak tarihçiler tarafından da artık hükmünün kalmadığı kabul edilen halifeliğin kaldırılmasına, padişahlığın ilgasına, dolaylı olarak karşı durmanın bir yolu mu? Alfabenin değişmesi mi Türk toplumundaki ahlakî yozlaşmanın sebebidir yoksa bir ahlakî kurallar manzumesi olan Kur’an’ın bu halka doğru düzgün öğretilmeyip bir grup dinî zümrenin elinde bir kırbaç gibi şaklatılması mıdır? Geleneği din sanan milletim, elbet bir gün bu soruların yanıtını bulacaktır. Bu alfabe ile yazılan dil, yine Türkçedir. Bugün alfabenin kutsallaştırılmış olduğunun en güzel kanıtı –isterseniz deneyin- Arap harfleriyle yazılmış Türkçe bir metni sıradan bir insana gösterdiğinizde kişinin vereceği tepkidir. Kişi, gösterdiğiniz metnin kutsal bir metin parçası olduğunu sanacaktır; çünkü o Kur’an’ı sadece Arap harflerinden tanır; içeriğini değil, harflerini kutsar. Bunun sebebi de kafası fesli, eli bastonlu; Türklüğü sadece Osmanlılıktan ibaret sanan “Ebulaklaka”ların(!) ekranlarda, gazetelerde verdiği alımlı çalımlı, bilmiş edâlı demeçlerdir. Hiçbir geriye dönüş hareketi, tarihî olay ve olguları değiştiremeyecektir. Bunun gerçekleştirilmesi; sürekli değişen, gelişen ve ilerleme çabası içinde olan insan ve onun içinde yaşadığı toplumun doğasına da aykırıdır. Geçmişine saygı duymak başka bir şeydir, geçmişi kurtuluş olarak görmek başka bir şey.
KAYNAKÇA
AKPINAR, Yavuz (1980). Mirza Fetlı-Ali Ahundzade (Bütün Yönleriyle) . Doktora Tezi, Erzurum.
AKSAN, Doğan (1990). Her Yönüyle Dil -Ana Çizgileriyle Dilbilim- (Cilt 3). Ankara: TDK Yayınları.
DEMİR, Nurettin, ve YILMAZ, Emine (2010). Türk Dili El Kitabı. Ankara: Grafiker Yayınları.
EKER, Süer (2011). Çağdaş Türk Dili (7. baskı b.). Ankara: Grafiker Yayınları.
LEVEND, A. S. (1972). Türk Dilinde Sadeleşme ve Gelişme Evreleri. Ankara .
RONA-TAS, Andras (2013). Türkolojiye Giriş. (İ. SARI, Çev.) Ankara: Nobel Yayıncılık.
USER, Hatice Şirin (2006). Başlangıcından Günümüze Türk Yazı Sistemleri. Ankara: Akçağ Yayınları.
Ötüken, 25 Mart 2016, 1.sayı
#Alfabe #Dil #Yazı #Türkçe #Latin #Arapça #Din #Kur’an #Harf #Osmanlı #Osmanlıca
Dilde Fikirde İşte Birlik Yolu Derneği’nin Kutlu Yol Söyleşileri'nde ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal…
Ağırlıklı olarak Türklük, Çağdaş Uygarlık Yolu ve Toplumsal Bilinç ve Gelişim alanları üzerine görüşlerin sunulduğu…
Tatar, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Brüksel Temsilciliğinde, Belçika'daki Türk iş dünyası temsilcileriyle düzenlediği…
Aktau, TÜRKSOY’un kararıyla Türk Dünyası-2025 Kültür Başkenti seçildi. Kazakistan’ın Hazar kıyısındaki bu tek liman kenti,…
TÜRKSOY Kazakistan’ın Almatı şehrinde Türk Dünyası Gençlik Buluşmaları kapsamında 1. Türk Dünyası Gençlik Forumu düzenleyecek.…
Bu fırsatı, KKTC’nin Türk dünyasına değer katabileceği alanları göstermek açısından önemli bulduğunu söyleyen Tatar, “Türk…